Sanatsal Eylem ve Agonistik Mekânlar

Bu metin, Chantall Mouffe’un Art & Research dergisinin Yaz 2007 sayısı için yazdığı “Artistic Activism and Agonistic Spaces” başlıklı yazıdan kısaltılarak çevrildi. Mouffe’un bu yazısının biraz farklı bir versiyonu, Dünyayı Politik Düşünmek başlıklı kitabında da yer alıyor (s. 105-117). “Agonistik” kavramı bu kitapta ayrıntısıyla işleniyor.

 

 

 

Sanat ile reklam arasındaki farkın gitgide silindiği, sanatçıların ve kültür işçilerinin kapitalist üretimin olmazsa olmaz parçası haline geldikleri bir toplumda, sanat pratikleri hâlâ eleştirel bir rol oynayabilir mi? “Kapitalizmin yeni ruhu”nu masaya yatıran Luc Boltanski ve Eve Chiapello,[1] 1960’lardaki hareketlerin otonomi taleplerinin post-Fordist ağ ekonomisinin geliştirilmesi için nasıl hizmete sokulduğunu ve nasıl yeni denetleme biçimlerine dönüştüklerini gösteriyorlar. Karşı-kültürün estetik stratejileri: sahicilik arayışı, özyönetim ideali, hiyerarşi karşıtı ihtiyaç, bugün kapitalist düzenlemenin son biçimi için gereken koşulları teşvik etmek için kullanılıyor ve Fordist döneme özgü disipliner çerçevenin yerini alıyor. Şimdilerde sanatsal ve kültürel üretim, kapitalist değerleme sürecinde merkezî bir rol oynuyor; ve “yeni işletmecilik” yoluyla, sanat eleştirisi kapitalist üretkenliğin önemli bir unsuru haline gelmiş durumda.

Bu durum, kimilerinin sanatın eleştirel gücünü kaybettiğini öne sürmesine yol açtı; onlara göre, kapitalizm her türlü eleştiriyi ânında kendine yontuyor ve etkisizleştiriyor. Fakat kimileri de, yeni durumun farklı muhalefet biçimlerine kapı açtığını öne sürüyor.

Modernizme özgü avangard fikrinin terk edilmesi gerektiği açık; ama bu, eleştirinin hiçbir surette mümkün olmadığı anlamına gelmiyor. Sadece, sanatsal müdahale alanının genişletilmesi gerekiyor; bunun yolu da, kapitalizmin topyekûn toplumsal seferberlik programına karşı çıkmak üzere çoğul toplumsal mekânlara doğrudan müdahalede bulunmak. Hedef, kapitalizmin yeniden üretimi için gereken muhayyel çevreyi aşındırmak olmalı.

Bu tür sanatsal pratiklerin kapitalist tahakküme karşı mücadeleye katkı sağlayabileceğini düşünüyorum, ama bunun için demokratik siyasetin dinamiklerinin doğru anlaşılması gerekiyor – bence bu anlayış da, ancak, politik olanın antagonistik boyutunu ve her türlü toplumsal düzenin olumsal olduğunu kabul etmekle geliştirilebilir. Demokratik politikaya damgasını vuran hegemonik mücadele –yani, sanat pratiklerinin önemli bir rol oynayabileceği mücadele– ancak böyle bir bakış açısıyla kavranabilir.

 

Reclaim The Streets/Sokakları Geri Al hareketi, İngiltere

 

Antagonizma Olarak Politika

Bu yazıda ortaya koyacağım düşüncelerin temelinde, toplumlarımızın karşı karşıya olduğu sorunları politik bir tarzda tahayyül etmekte zorlanıyor olduğumuz iddiası yatıyor. Neoliberal ideologların bizi inandırmak istediğinin aksine, politik meseleler yalnızca uzmanlar tarafından çözülmesi gereken teknik sorunlardan ibaret değil. Gerçek anlamda politik sorunlar her zaman, birbiriyle çatışma içinde olan seçenekler arasından tercih yapmamızı gerektirir. Politik düşünme noktasındaki bu acizlik, büyük ölçüde, liberalizmin rakipsiz biçimde kurduğu hegemonyanın sonucu. Bu yazının bağlamı içinde kullandığım şekliyle “liberalizm”, ortak bir özü paylaşmayıp, Wittgenstein’ın “aile benzerlikleri” dediği yakınlıklarla birbirine bağlanan pek çok çeşitlemesi olan bir felsefi söylemdir. Envai çeşit liberalizm vardır, bazıları da ilericidir; ama birkaç istisna haricinde liberal düşüncedeki hâkim eğilim, toplumsal dünyanın çoğul doğasını ve bu çoğulluğun getirdiği çatışmaları kavrayamayan, akılcı ve bireyci bir yaklaşımın damgasını taşır – bu çatışmaları çözecek hiçbir akılcı çözüm yoktur, onun için de insan toplumlarının temelinde antagonizma boyutu vardır.

Çoğulculuğa dair tipik liberal anlayışa göre, ampirik sınırlar nedeniyle hiçbir zaman hepsini birden benimseyemeyeceğimiz birçok farklı bakış açısının ve değerin söz konusu olduğu bir dünyada yaşıyoruzdur, ama bunlar biraraya geldiklerinde ahenkli bir birliktelik oluştururlar. Bu tip liberalizmin, politikanın antagonistik boyutunu reddetmesinin sebebi de budur. Nitekim, liberalizmin ana damarlarından biri, akla dayalı evrensel bir uzlaşının sağlanabilir olduğu fikridir. Politik olanın, liberalizmin kör noktası olmasına bu yüzden şaşmamak gerek. Liberalizm antagonizmayı yadsımak zorundadır, çünkü antagonizma, kaçınılmaz karar ânını –yani, karar verilemez bir alanda karar verme zorunluluğunu– ön plana çıkartarak, akılcı uzlaşmanın sınırını gözler önüne serer.

Hegemonya Olarak Politik

Benim yaklaşımıma göre, antagonizmanın yanı sıra hegemonya kavramı da “politik olan” meselesini ele almak için kilit bir kavram. Politik olanı, antagonizma olasılığının her daim mevcudiyeti olarak anlamak, her türlü düzene nüfuz eden nihai zemin yokluğu ve karar verilemezlikle yüzleşmek demektir. Başka deyişle, her toplumsal düzenin hegemonik doğasını ve her toplumun bir olumsallık bağlamı içinde düzen kurmaya girişen bir dizi uygulamanın sonucu olduğunu kabul etmek demektir. Politik olan, hegemonik yerleşme edimlerine bağlıdır. Toplumsal olanı politik olandan ayırma gereğinin sebebi de budur. Toplumsal olan, çökelmiş uygulamaların alanıdır – yani, kökenlerindeki olumsal politik yerleşme edimlerini gizleyen, sanki dayandıkları temeli kendi içlerinde taşıyorlamış gibi bunları verili kabul eden uygulamaların. Çökelmiş toplumsal pratikler olanaklı her türlü toplumun kurucu parçasıdır; bütün toplumsal bağlar aynı anda masaya yatırılmaz. Her düzen, olumsal uygulamaların geçici ve kırılgan bir eklemlenmesidir. Toplumsal ile politik arasındaki sınır, özü gereği değişkendir ve toplumsal failler arasında sürekli yer değiştirmeleri ve yeniden müzakereleri gerektirir. Her şey her zaman daha farklı olabilir, o nedenle de her düzen başka olasılıkların dışarda bırakılması üzerine kuruludur. Nitekim düzenin “politik” diye adlandırılması da bu anlamdadır: İktidar ilişkilerinin belirli bir yapısının dışavurumudur düzen. İktidar toplumsalın kurucu unsurudur çünkü kendisini şekillendiren iktidar ilişkileri olmasa toplumsal da var olamaz. Belirli bir anda “doğal” düzen diye düşünülen şey ve ona eşlik eden “ortak duyu”, çökelmiş hegemonik uygulamaların ürünüdür, yoksa onu varlığa getiren uygulamaların dışındaki daha derin bir nesnelliğin tezahürü filan değil.

Dolayısıyla, her düzen politiktir ve şu veya bu dışlama biçimine dayanır. Bastırılmış ve yeniden uyandırılması mümkün olan başka olasılıklar her zaman mevcuttur. Belli bir düzenin kurulmasını ve toplumsal kurumların anlamlarının sabitlenmesini sağlayan eklemlendirme uygulamaları, “hegemonik uygulamalar”dır. Her hegemonik düzen, karşı-hegemonik uygulamaların, yani başka bir hegemonya biçimi kurmak üzere mevcut düzeni eklem yerlerinden ayırmaya çalışan uygulamaların meydan okumasına açıktır.

Ben, “agonistik” mücadele[2] dediğim şeyin, canlı bir demokrasinin temeli olduğunu düşünüyorum. Agonistik mücadelede, belli bir toplumun etrafında kurulduğu iktidar ilişkileri konfigürasyonunun bizzat kendisi hedeftedir. Hiçbir zaman akılcı biçimde uzlaştırılması söz konusu olmayan, birbirine karşıt hegemonik projeler arasındaki mücadeledir bu. Agonistik bir demokrasi anlayışı, bir toplumun belirli bir andaki özgül konfigürasyonunu belirleyen hegemonik politik-ekonomik eklemlenimlerin olumsal niteliğini kabul eder. Bunlar kırılgan ve pragmatik inşalardır ve muarızlar arasındaki agonistik mücadele sonucunda eklemlerinden ayrılıp dönüştürülmeleri mümkündür. Savunduğum agonistik yaklaşım, liberal modellerin aksine, toplumun her zaman politik biçimde kurulduğunu teslim eder ve hegemonik müdahalelerin gerçekleştiği alanın daima önceki hegemonik uygulamaların bir ürünü olduğunu, hiçbir zaman nötr olmadığını unutmaz.

Eleştirel Sanat Pratikleri ve Hegemonya

Bu kuramsal argümanlar ile sanat pratikleri alanı arasında nasıl bir bağ kurulabilir? Bu soruyu ele almadan önce bir noktayı vurgulamak isterim: Sanat ile politika arasındaki ilişkiyi düşünürken, birbirinden ayrı olarak kurulmuş iki alan, bir yanda sanat diğer politika alanı olduğu ve bu ikisi arasında bir ilişki kurmak gerektiği fikrini temel almıyorum. Politik olanda estetik bir boyut, sanatta da politik bir boyut vardır. Bu nedenle politik olan ve olmayan sanat gibi bir ayrımın işe yarayacağını düşünmüyorum. Hegemonya kuramı çerçevesinde baktığımızda, belirli bir sembolik düzenin kurulup korunmasında veya tam tersine ona meydan okunmasında sanatsal pratiklerin de payı vardır, ister istemez politik bir boyuta sahip olmalarının sebebi de budur. Politik olan ise, toplumsal ilişkilerin sembolik düzenlenişiyle ilgilidir – Claude Lefort’un deyişiyle, insan biraradalığının “mizansen”i ya da “mizanform”uyla. İşte politik olanın estetik boyutu da buna dayanır.

Asıl mesele, eleştirel sanatın olanaklı biçimleriyle ilgili: Sanat pratikleri hâkim hegemonyanın sorgulanmasına hangi yollarla katkıda bulunabilir? Kimliklerin hiçbir zaman verili olmadığını, hep bir özdeşleşme sürecinin ürünü olduklarını ve söylem yoluyla inşa edildiklerini kabul edersek, eleştirel sanat pratiklerinin hangi kimlik tipini geliştirmeyi hedeflemesi gerektiği sorusu gündeme gelir. Şurası açıktır ki, hâkim uzlaşmanın bastırdığı her şeyin üzerindeki perdeyi kaldırmayı hedefleyen agonistik kamusal alanların yaratılmasını savunanlar, sanat pratikleri ile hitap edecekleri kamu arasındaki ilişkiyi, eleştirel bile olsa uzlaşmayı hedefleyenlerden çok daha farklı bir biçimde hayal edeceklerdir. Agonistik yaklaşıma göre, eleştirel sanat, uyuşmazlığı kışkırtan, hâkim uzlaşmanın karartma ve silme eğiliminde olduklarını görünür kılan sanattır.

 

İtalya'daki Beyaz Tulumlar hareketinden ve anarşist Kara Blok taktiğinden esinlenen "Kitap Bloku"

 

Bence agonistik yaklaşım, son dönemde ortaya çıkan ve mevcut uzlaşmaya ciddi bir çeşitlilikle meydan okuyan yeni sanatsal eylem biçimlerinin doğasını kavramak için biçilmiş kaftan. Bu sanatsal-eylemci pratikler hayli geniş bir yelpazede uzanıyor: Britanya’daki Sokakları Geri Al hareketi gibi kent mücadelelerinden tutun, İtalya’daki Beyaz Tulumlar’a, Fransa’daki Reklamı Durdur kampanyalarından, Avusturya’daki Nike Meydanı olayına kadar... Başka bir örnek de, farklı kimliklere bürünerek –Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) temsilcileri gibi– neoliberal ideolojiyi etkili biçimde hicveden Yes Men’in “kimlik düzeltme” stratejileri.[3] Yes Men’in amacı, insanların esenliğini hiçe sayarak neoliberalizmi teşvik eden kurumları hedef alıp, “düzeltme” yapmak için onların kimliklerine bürünmek. Örneğin, aşağıdaki metin 1999’da DTÖ’nün parodisini yapan bir web sitesinde yayınlanmıştı:

 

Dünya Ticaret Örgütü, “serbest ticareti”, yani ulusötesi şirketlerin istedikleri gibi ticaret yapması ilkesini yürürlüğe sokarak işletmelere yardımcı olmayı amaçlayan dev bir uluslararası bürokrasidir. DTÖ bu serbestliği tüm özgürlüklerin üstünde tutar: yemek yeme, su içme, bazı şeyleri yemekten kaçınma, hastaları tedavi etme, çevreyi koruma, kendi mahsulünü yetiştirme, sendika kurma, sosyal hizmet sağlama, yönetme ve bir dışişleri politikasına sahip olma özgürlüğü gibi. Bütün bu özgürlükler, serbest ticaret denen ve her şeyin üstünde tutulması salık verilen o musibete göre işleyen dev şirketlerin saldırısı altındadır. [4]


Kimileri bu sahte web sitesinin DTÖ’nün gerçek sitesi olduğunu zannetmiş, hatta Yes Men birkaç uluslararası konferansa DTÖ temsilcisi kılığında sızmayı başarmıştı.

 

Yes Men

 

Bu türden sanatsal eylemlerin politik niteliğini anlamak için, bunları, şirketler kapitalizminin yaymaya çalıştığı pürüzsüz imajı bozmak ve böylece onun baskıcı mahiyetini göstermek için kamusal alanı işgal etmeye çalışan karşı-hegemonik müdahaleler olarak görmek gerekiyor. Bu müdahalelerin politik boyutunu kabul etmek, politik olmanın, yepyeni bir şey yaratmak için mevcut düzenden tamamen kopmayı gerektirdiği fikrinden vazgeçmek anlamına geliyor. Günümüzde sanatçılar, radikal eleştiri sunan bir avangard oluşturma iddiasında bulunamaz belki, ama bu, politik rollerinin sona erdiğini ilan etmeyi gerektirmiyor. Hegemonya mücadelesinde hâlâ önemli bir rolleri olabilir: Hâkim hegemonyayı altüst edip yeni öznelliklerin inşasına katkıda bulunabilirler. Tabii bu, kimilerinin düşündüğü gibi, yeni bir hegemonyanın kurulması için gereken dönüşümleri sadece sanatçıların gerçekleştirebileceği anlamına gelmiyor. Hegemonya ve Sosyalist Strateji’de dediğimiz gibi, radikal demokratik bir politika, farklı mücadele düzeylerinin eklemlendirilmesini gerektirir ki aralarında bir eşdeğerlik zinciri kurulabilsin. Zira, “mevzi savaşı”nın başarılı olması için, parti ve sendika gibi geleneksel politik müdahale biçimleriyle bağ kurmak kaçınılmazdır. Sanatsal eylemin, neoliberal hegemonyanın sonunu tek başına getirebileceğine inanmak vahim bir yanılgı olur.



[1] Luc Boltanski ve Eve Chiapello, The New Spirit of Capitalism (Londra: Verso, 2005).

[2] Bu “agonistik” yaklaşımı, The Democratic Paradox (Londra: Verso, 2000) adlı kitabımın 4. Bölümünde geliştirdim. [Türkçesi: Demokratik Paradoks]

[3] Örneğin bkz. The Yes Men. The True Story of the End of the World Trade Organization (The Disinformation Company Ltd, 2004).

kültürel aktivizm, sanat-politika, sanat ve direniş