Sanatçının Konumu Ne Olmalı? Sanat Piyasasının Baskısı Altında Yaratıcı Sanatçının Konumu Üzerine

10/2/2013 / skopbülten / Necmi Sönmez

Türkiye’de çağdaş sanatın yeni bir kültür endüstrisi oluşturduğundan söz edilebilir mi? Sayıları üç yüze yaklaşan galeriler, her ay düzenli olarak yaklaşık beş açık artırma düzenleyen müzayedeciler, birbiri ardına halka açılma sürecine giren özel koleksiyonlar (bunlara müze denilemeyeceği için farklı bir tanımlamanın gerekliliği kendisini gösteriyor) güncel sanatın “metalaşma süreci”nde İstanbul’da aldığı ivmeyı göstermesi bakımından önemli. İlki 1990’larda, ikinciyse 2010 yılında “patlama” noktasına varan sanat piyasası, klasik ve modern kökenli (1900-1950) sanat eserlerinin nitelikli olanlarının neredeyse tamamen ortadan kalkmasıyla çağdaş sanata yönelmiş durumda. Yaşayan sanatçıların ve ürünlerinin bu denli gündemde olduğu, piyasa hareketlenmelerinin bir tür borsa karakterine bürünmesi “sanat eserleri”nin değerlerini hiç yitirmeyip, aksine, sürekli olarak değerini artıran nesneler haline dönüşmesi, kültür endüstrisinin sanatı bir tür manipülasyon aracı olarak gördüğünün de kanıtı. Paylaşımcılık, bakmak, yorumlamak, sorgulamak üzerine kurulu özellikleriyle “sanat yapıtı” bu kıskaç altına nasıl bir açılım getirebilir? Değişik üniversitelerin bünyesinde sadece İstanbul’da on beşe yakın sanatçı yetiştiren kurumun varlığıyla birlikte düşünüldüğünde “sanatçının konumu”nu sorgulamak, bir gereklilik olarak gündeme geliyor.

Sanatçılar, piyasa, atölye, pazarlama üçgeninde nerede duruyorlar? 2010’dan sonra sanatçılar açısından farklı bir konum belirlenmesi yapılabilir mi? Türkiye’de memur, öğretmen, eğitmen olmadan, sadece yaptığı sanat üretimiyle hayatını sürdürebilen sanatçı modeli ancak 1975’lerde gündeme gelebildi. Bugün resimleri koleksiyonların en gizli köşelerinde tutulan Necdet Kalay (1932-1986) sadece sanatıyla yaşamını sürdürebilen ilk sanatçı olarak önemli bir ilk. 1980 sonrasında daha da etkin biçimde gündeme gelen liberal ekonomi, profesyonel galerilerin kurulmasını, onlar da sadece sanat üreterek yaşayabilecek olan bir sanatçı kitlesinin oluşmasını sağladı. Sayıları yirmiyi geçmese de, sadece sanat üreterek yaşayabilen bir sanatçı kitlesinin oluşmasının üstünden otuz yıllık bir süre dahi geçmedi. Bu zaman diliminde Türkiye’de sanatçılar farklı farklı konumlarla kendilerini var etmeye çalıştılar. Galeri danışmanlığından yazarlığa, koleksiyoner asistanlığından sergi yapımcılığına, editörlükten müzayedecilere hizmet verme ağına kadar farklı alanlarda sürekli olarak sanatçı kimliğine sahip olan isimlerin çalışmaları bir şekilde sanat ortamını, piyasayı belirledi.

1980-2000 döneminde sanatçıların büyük bir bölümü, kendi üretimlerinden çok, bunların pazarlanması, satış stratejileriyle, paketlendirme işleriyle ilgilendiler. Günümüzde sanat ortamında aktif olan bir kuşak, kendi sanatıyla entelektüel olarak ilgilenmek yerine “markalaşma”ya yöneldi. Dünya sanatının en hareketli dönemine isabet eden 1980-2000 arası, Çağdaş Türk Sanatı için ne yazık ki kayıp bir dönemdir. Zaten uzman olmayanların da bir çırpıda kavrayabileceği gibi, günümüzde altmış yaş civarında olan kuşak, sanat eseri satabilmek için pozisyon yaratmakta çok başarılı oldu ama ciddi anlamda sanat üretemedi. Bu yıllarda birbiri arkasına yayınlanan “tuğla kitaplar”, megalomani göstergesi olan retrospektif sergiler, ne yazık ki “sanat ortamımız”ın ayıpları olarak tarihe geçti. 1980-2000 arasındaki süreçte en önemli itici güç olarak “sanatçıların konumu” tekrarlara, samimiyetsizliğe, içi boşaltılmış kalıplarla yapılan dekoratif panoların üretilmesiyle belli bir “kimlik” buldu. Bırakalım sorgulayıcı, politik olmayı, eleştirel tavrı, sosyolojik olarak ülkenin 12 Eylül Darbesi’nden sonra içine girdiği süreç bile bu yılların sanatsal üretiminde “görünür” olamadı. Ama sosyalleşme, magazin basınında boy göstererek kendini belirgin kılma, zararsız skandallarla gündemde olmanın sanatçının asıl uğraşıymış gibi algılanıldığı bir “sanatçı tipi” de doğmuş oldu.

Bugün koleksiyonlarda, tematik sergilerde, kitaplarda gördüğümüz Çağdaş Türk Sanatı birbirinin tekrarından öteye geçemeyen içler acısı bir haldeyse, buradaki en önemli sorumluluk, çalışmayan, üretmeyen, kendini geliştiremeyen “günümüz sanatının figürleri”ndedir. Her ne kadar müzayedeler ve magazin basını “başyapıt” lafını içi boşaltılmış olarak gündeme taşısalar da, bırakın “baş” olma halini “yapıt” nitelendirmesini hakedecek elli kadar çalışma bile yok 1980-2000 döneminde. Koleksiyon yapmak isteyenlerin hızla arttığı, müze açmanın adeta bir moda halini aldığı günümüzde, isimleri sürekli olarak ön plana getirilen isimlerin “yapıt” üretemeyip sadece kötü bir karikatür gibi kendi imzalarını, isimlerini taçlandırdıklarını anlamak için illaki sanattan anlamak gerekmiyor! Üç aşağı beş yukarı birbiriyle aynı can sıkıcılığı paylaşan özel koleksiyonların durumu, ansiklopediler gibi standartlaştırılmış isimlerin durmadan gündeme taşınması, karşılaştıran, sorgulayan gözler tarafından anlaşılmıyor mu? Dahası yurtdışındaki sanatçıların yapıtları ve konumlarıyla kıyaslandığında Türk sanatçılarının ne kadar zayıf kaldıkları ortaya çıkmıyor mu? 

Bu durum 2000 sonrasına nasıl yansıdı? “Yeni sanatçı” konumları nasıl oluştu? Yakın tarihi, özellikle 2000-2010 dönemini büyüteç altına aldığımızda, sanatçı konumlarının “3M” kuralına göre kurgulandığı savunulabilir. “3M” kuralı, sanatçıların ilk harfi “m” ile başlayan sıfatları kendilerine yakıştırmaları ve bunu giderek etiketleştirilmeleriyle oluştu. Bu durum aslında, “mağdur, mağlup, meczup” sıfatlarının ilk harflerinin arka arkaya sıralanmasıdır. Geçen 10 yıllın sanat ortamında, ırk, cinsiyet, aidiyet gibi kavramlar aracılığıyla özellikle Türkiye dışında “mağdur, mağlup ve meczup” kategorilerinde tanımlanan “yeni bir sanatçı konumu” oluşturuldu. Israrcı olarak politik, sosyolojik konuları slogan düzeyinde yorumlayan, belgeleyen bu kuşağın temsilcileri, yani 3M’liler özellikle Batı merkezli müze ve diğer kurumlarda kendilerinden beklenen “Türk Sanatçısı” rolünü başarıyla oynadılar. Gariptir ki, bu “sanatçı konumu”nda da, çalışma, iş üretme, kavramsallaşma, azınlıkta kalan örnekler dışında hemen hemen hiç gündeme gelmedi. 

Son yıllarda ülkemizde çokça gündeme gelen “sanatçı hakları”, ne yazık ki sanatçı sorumluluklarını, sanatçının görevini pek içermiyor. Hakkını arama konusunda ısrarcı olan sanatçılar kuşağı, kendi temel sorumlulukları olan “iş üretme”, kavramsallaşma ve bunu dönüştürme sürecinde pek ortaya çıkmak istemiyorlar. Her yapılanı beğenen, sorusu, sorunu olmayan, işinin satılmasından başka hiçbir düşüncesi olmayan bir iki farklı kuşakla (1980-2000 arası kuşağı ve 2000 sonrası kuşağı) “sanat ortamı”nın bildik çerçevelerde döndürülebileceği, iyi bir alışveriş ortamının doğacağı kesin. Ama sorgulanması gereken asıl konu, teori ve kavramsal çabalar açısından bu kuşakların bırakalım “dünya standartları”nı, “Ortadoğu ölçütleri”ni bile dolduramayacağı açık değil mi? Sanat piyasasının baskısına, magazinleşmeye ve “ötekileştirme” sürecine başkaldıracak olan “yaratıcı sanatçılar”a her zamankinden daha çok ihtiyacımız olduğu bir sürece girmiş bulunuyoruz. Bu yazıya eşlik etmesini öngördüğüm isimler bir örnek olabilirler. Elbette herkesin örnekleri ve yorumu farklıdır.

 

                                      

                                                                     Altan Gürman, Yağmur

 

                                   

                                        İlhan Koman, 1980-86, 3-D Moebius Derivatives & Piramides

 

                                     

                                                                          Lale Delibaş


Dr. Necmi Sönmez’in  www.lebriz.com’da 1 Mart 2011’de yayımlanan aynı başlıklı yazısı: http://www.lebriz.com/pages/lsd.aspx?lang=TR&sectionID=17&articleID=882

 

sanat piyasası, Çağdaş Türk Sanatı