Tanrı beni en yüce ve en şehvetli ölümle ödüllendirdi.
Heinrich von Kleist
Bataille'ın bir Katolik rahibi olmayı bırakarak edebiyatla uğraşmaya başlamasının ardından yazdığı ilk romanı, Gözün Hikâyesi (1928). Takma adla yazıyor: Lord Auch, yani Lord Bok-Çukuru. Bu romanın son sahnelerinden birinde, Simone, arenada yeni öldürülmüş olan bir boğanın hayalarını bacak arasına sokuyor. Bir sonraki sahnede de, arkadaşına öldürttüğü bir rahibin o anda sökülen kan içindeki bir gözünü içine alıyor. Aynı zamanda rahibin penisinin üzerine oturuyor ve idrarını yapıyor. Bir başka Bataille romanı olan Göğün Mavisi'nde (1935-36) Tropmann, annesinin cesedi karşısında şehvete kapılır. (Bu hadisenin bizzat Bataille'ın da başından geçtiğini biliyoruz.) Mezar çukurlarında sevişir, topraklara bulana bulana."Kasabın, bir domuzun boğazına açtığı delikten fışkıran kan kabarcıklarını" hayal eder. Romanın diğer kahramanı Dirty, adının da ima ettiği gibi kirli ve hastalıklıdır; sürekli ifrazat içindedir. "Aynalar" genelevinde çalışan Madame Edwarda (1941) Tanrı olduğunu sanır ve hep ölüm derecesinde cinsel haz atakları yaşar. Bataille'ın ölümünden sonra yayınlanan (1966) Annem romanının finalinde ise Pierre, tam ensest ânında ölen annesiyle bir tür nekrofili (ya da tanotafili) yaşar. Ölü Adam da (1967) nekrofili üzerine kuruludur; cinsel organlardan taşan kokular ve sıvılar, idrar ve kusmuk tiksindirir mi, kışkırtır mı bilinmez. Rahip C'deki (1950) kasapta, ayaklarından asılı olan yeni kesilmiş iki kuzudan kan damlamaktadır ve satırın yanı başındaki beyinler saldırgan bir çıplaklık hissi verir.
İşte Bataille edebiyatını kuşatan bütün bu ifrat, ifrazat, pislik, iğrençlik, sapıklık vs. yazar nezdinde kutsallığı, hatta tanrısallığı çağrıştırır, tarih-öncesi ayinleri çağrıştırır. Bir özgürlük felsefesi oluşturur. Sanatın hakikatini ifade eder.
İki Karşıt Evrenin Birliği
Bataille'ın düşüncesi birtakım kavram çiftleriyle örülür. Birbirlerine karşıt olan bu kavramlar, anlamlarını, kusursuzca işleyen bir diyalektik içinde kazanırlar. Ve sonunda bu karşıt kavram kümeleri, varlık tarihimizi, varoluşumuzu belirleyen ve birbirleriyle gerilim içinde olan iki evren oluştururlar: süreklilik/süreksizlik, oyun/iş, erotizm/üreme, şiddet/çalışma, ihlal/tabu, ölüm/yaşam, kutsallık/dünyevilik, bolluk/kıtlık, ifrat/ekonomi, akıl/mit, arzu/ısdırap, deney/bilgi... Bataille'da bu zıt kategoriler ancak birbirleri tarafından anlamlandırılabilir, birbirleriyle çatıştıkça birleşirler: kötülük iyiliktir, bilgi bilgisizliktir, ölüm yaşamdır, hakikat yalandır, "şiir bir bakıma daima şiirin karşıtıdır", "azami haz, azami acıdır".
Phillippe Sollers, bu düşünce mekaniğine "Georges Bataille'ın düalistik materyalizmi" diyor.[1] "Bu düalizm, dünya içinde iki ilke önermek yerine, iki ayrı dünya önerir [...] Böylece 'gerçek' düşüncenin sınırlarını zorlar, kasten yapılmış bir 'hata' gibidir.” Bataille'ın düalite zincirleri, kendini düşüncenin, bilginin ölümüne teslim etmeyenler için anlaşılmazdır. Bataille "düşüncesinin tek bir amacı olduğunu" söyler: oyun. "Düşüncemin kendi kendini imha ettiği bir oyun".[2] Bataille'ın "oyun felsefesi", insanlığın başlangıcının aslında onun sonu olduğuna ilişkin tezle başlar. İnsan özündeki hayvansılığı inkâr ede ede evrilirken insanlığından olur.
İnsanlığın Başlangıcı ve Emek
Bataille antropolojinin klasik tezini onaylar: İnsan çalışma sayesinde ve çalışma araçlarını icat ederek insan oldu (homo faber); hayvanlardan ayrıldı. Bundan böyle bütün hayatını, var olmak amacıyla zorunlu olduğu, gündelik, pratik, faydalı, işlevsel, akıllı uğraşlara adadı. Ancak Bataille’ın tespiti burada bitmiyor. Çünkü ona göre, insan sadece aletleriyle akıllı işler yaparak hayvanlardan kopmuyor. Bu tür iş yapmaya direnen, onu ihlal eden, aklını kullanmaya dayanmayan ve kendinden başka amacı olmayan güdüleri, duygulanımları (affect) dolayısıyla da hayvanlardan ayrılıyor. Yani sadece aklı sayesinde değil, ona karşı direnen ve onu ihlal eden arzularıyla ve hayalleriyle de insan oluyor. Sadece iş yaparak değil, iş yapmayı feda ettiği erotizm aracılığıyla da insanlaşıyor. Ve asıl, ölümlü olduğunu fark etmesiyle hayvanlardan ayrılıyor. Çünkü iş hayatına, çalışmaya son veren en mutlak hadise ölüm. İşte, erotizm-ölüm birliği böyle uyanıyor.
Ölüm ve erotizm insan hayatının sürekliliğini sağlarlar ve otonomdurlar. Çünkü akla, bilgiye, tasarıma dayanmazlar. Kendi kendileri için vardırlar ve kendileri dışındaki etmenlere tabi değillerdir; hükümrandırlar. Oysa çalışarak, emek harcayarak insan bir yarar bekler. Dolayısıyla bu etkinliklerin amacı kendi dışındadır. O nedenle heteronomdurlar. Ayrıca iş hayatı insanları birbirinden farklılaştırarak onlar arasındaki sürekliliği bozar. Süreklilik/süreksizlik, otonomi/heteronomi, hükümranlık/tabiyet, Bataille diyalektiğinin en temel çatışmalarını oluşturur. Diğer kavram çiftleri döner dolaşır bunlarda düğümlenir.
İnsanı insan yapan, zorunlu olduğu işler dışındaki dürtüleri, itkileri, tepileri bir yandan da onun hayvansılığını kışkırtır. Yani insan, iş hayatına koyulduktan sonra, bu hayatı ihlal eden hayvansı güdüleri ve eylemleri dolayısıyla hayvanlardan kopuyor. Hayvanlığına dönerek insan oluyor. Yani başka deyişle, insanlığına son vererek insan oluyor. Tabuları ortaya çıkaran da bu. Baştan beri, insanların çalışma hayatını, dünyevi varlığını kesintiye uğratarak onu yeniden hayvanlar âlemine iade eden her olay, duygu ve düşünce tabu sayıldı. Ama buna karşın, tabuların ihlal edildiği olaylar da kutsallaştı, dinselleşti. İşte bu tabuların başında ölüm/öldürme ve erotizm gelir. En büyük günahlar ve en tanrısal çığlıklar…
Ölüm Tabusu ve Kurban Ayinleri
Daha Neandertal döneminde insan artık dik durabiliyor, dolayısıyla serbest kalan elleriyle ve icat ettiği aletlerle kendine yararlı olacak işler yapabiliyordu. Ölümlü olduğunun bilincindeydi ve ölülerini gömüyordu. Bu dönemden kalan mezarlar bulunmaktadır. Bataille'a göre ölüm, bir Neandertal’in ölümsüz olan araçlarla fayda sağladığı etkinliklerin tükenmesi demekti. Çalışmanın sonuydu. O nedenle de öldürmek, en başta gelen tabuydu.
Hayvan halinden insan haline geçişteki köşetaşı tabulardır. Hayvanları sadece doğa sınırlar. Oysa insan, insanlaştıkça giderek kendi kendine de sınırlamalar dayatır. Bunların başında ölüm gelir, ölüm hem tabudur hem kutsaldır. Ölüm törenleri dinsel törenlerdir. Dinler bir yandan “öldürmeyeceksin” derken, bir yandan da din adamları orduları takdis ederler. Savaş saldırgan itkilerin kolektif olarak örgütlenmesidir; “örgütlenmiş şiddettir”.[3] Gerçi çalışma gibi, savaşların da amacı vardır; ancak, ilkel savaşlar fetih yoluyla zenginlik elde etmekten ziyade, saldırgan ve ölçüsüz birer taşkınlıktır. Savaşçıların görkemli kıyafetleri ve törensellik, savaşların ilk zamanlarda birer bayram, kutlama gibi yaşandığına işaret eder.
Eski zamanlarda kimi kültürlerde kralın ölümü üzerine çıkan isyanlar da şiddetin sınır tanımadığı olaylardır. Örneğin Fiji ve Sandwich Adaları’nda kralın ölümünü öğrenen kitleler her türlü suçu işlerler: yakıp yıkarlar, yağmalarlar, fuhuş yaparlar; kutsal ve yasal olan her şeye saldırırlar. Bu olaylar, kralın cesedinin çürümesi sırasında tırmanır. Çürüme sona erip ceset bir iskelete dönüştüğünde biter. Rasyonel çalışma düzeninin yasaları, yasakları restore olur.
Bataille, ölüm/öldürme tabusunun topluca ihlal edildiği ve insanların kendilerinden geçtiği yukardaki gibi tanrısallık kisvesine bürünmüş olayların kutsal ve dinsel olduğunu öne sürer. Nitekim, yamyamlık da kutsal bir ayin değil miydi? Dolayısıyla, bütün bu olaylardaki tepkilerin karmaşıklığına rağmen, sonuçta “tabuların kırılmasının arkasındaki gücün din olduğu” söylenebilir.[4]
Ölümle ilgili tabunun askıya alındığı ve dinsellik bakımından en kutsal olan törenler kurban ayinleriydi. “Kurban törenleri yaşam ve ölüm arasında bir ahenk sağlıyordu. Ölüme yaşamın taşkınlığını aşılıyorlardı. Karşılığında yaşama, ölümün ciddiyetini ve baş döndürücü bilinmezliğini sunuyorlardı. Kurban olayında yaşam ölümle karışır, ölüm de karşılığında yaşamın bir işareti olur, sonsuzluğa açılan bir yol olur.”[5]
Aztek kurban töreni (Codex Magliabechiano)
Templo Mayor kurban tapınağı
İlkel insanlar hayvanları insanlardan daha kutsal, daha tanrısal sayıyorlardı. Çünkü onlar tabuların koyduğu yasaklara tabi değillerdi. Tabu-ihlal koşullarına bağlı olmadıkları için hayatları süreklilik gösteriyordu; hükümrandılar. Sonuçta, kutsal bir hayvanın kurban edilerek –şiddet uygulanarak– öldürülmesi, insanları bir an için olsun süreksizlikten kurtarıyordu. Onları ağır çalışma koşullarından ve yasaklardan uzaklaştırarak, kurban ederek kutsadıkları hayvana yaklaştırıyordu. Arzularında sınır tanımayan hayvanların sahip olduğu hükümranlığı çağrıştırıyordu. Bataille'a göre sanatın icat edildiği mağara resimleri, ancak kurban ayinlerinin sembolizmiyle birlikte anlam kazanır. Mitolojinin ve edebiyatın kaynaklarını da bu dinsel ayinler oluşturur.
Bataille'ın gözünde sanat ve edebiyat da, kurban ayinleri kadar şiddetli bir ihlal hareketidir: "Kurban etme deliliktir, her türlü bilgiden vazgeçmedir, boşluğa düşüştür".[6] Bilgisizliktir, akılsızlıktır çünkü baştan aşağıya bir eylemdir; en önemli ânı, ölüm ânı olan bir deneydir. Şiddettir, kan dökmedir. "Tüm suçların en büyüğüdür". "Kurban etme ahlaksızdır, şiir ahlaksızdır". Çünkü şiir, "sözcüklerin basit olarak kurban edilmesidir".[7]
Bataille'a göre, "din bütünüyle kurbana dayanır".[8] Nitekim Hıristiyanlık da İsa'nın kurban edilmesi efsanesi üzerinde yükselir. Ancak kurban ayinlerinin en etkili olduğu dinler başta Aztek olmak üzere, Orta Amerika'nın Maya ve Zapotek uygarlıklarıdır. On sekiz aylık takvimlerinin her ayında düzenlenen Aztek ayinlerinde her yıl binlerce insan kurban edilir. Kimi tarihçilere göre kurban sayısı yılda 250.000'i bulur ve bu nüfusun %1'idir (Ortiz de Montellano). Özel olarak inşa edilen piramit biçimindeki tapınakların en tepesinde sahnelenen gösteride kurbanların kalpleri canlı canlı sökülerek güneşe gösterilir. Akan kanlar aşağıya doğru akarak tapınak basamaklarını kaplar. Ayinlerde akıtılan kan, kurbanlarınkiyle kalmaz; vecde gelen başkaları da dillerinden, kulaklarından veya jenitallerinden akıttıkları kanlarla tanrılara borçlarını öderler.
Aztek dinine göre, tanrılar, kendilerini kurban ederek insanlara hayat verirler. İşte kurban ayinleri bu nedenle tanrılara, en başta da güneş tanrılarına ödenen borçtur. "Güneşin parlaması için sürekli olarak insan kanıyla beslenmesi gerekir".[9] Aztek ayinleri sırasında adak olarak yetiştirilen köpekler, kartallar, jaguarlar, geyikler de kurban edilir. Başka adaklar da adanır: yemişler, tahıllar, çiçekler, böcekler ve kimi değerli eşyalar. Kanlar içindeki görkemli kurban tapınakları aynı zamanda bu adakların sunulduğu sunaklarıdır. Dolayısıyla, bu törenler aynı zamanda bolluğu ifade eder, sınırsızca harcamayı ifade eder. İsraf ve ifrat gösterileridir. Onun için, ilerde değinileceği gibi, Bataille'ın gözünde ekonominin koyduğu kurallara ve sınırlara karşıdırlar.
"Genel ekonomi", İfrat ve İsraf
Bataille erotizmin ve ölümün yüklü olduğu ifrattan ve bu ifratın kutsandığı, sınırsız harcama gösterileri olan ayinlerden, bir karşı-ekonomi geliştirir: "genel ekonomi". Bataille üzerine yazan Michael Richardson, bu karşı-ekonomiyi "bolluk sosyolojisi" olarak tanımlar.[10] Bataille ekonomiyi, baştan beri onu belirleyen geçim derdinden ve kâr/servet hırsından kurtararak, bir hükümranlık, sınırsızlık, aşırılık alanı olarak düşünür. Onun için, ekonomiyi zorunlu çalışmanın, zorunlu emeğin, aklın ve ihtiyaçların egemenliğinden sökerek arzuların bölgesine taşır.
Bataille için, ölüm de, erotizm de yaşamın sınırsızca harcanmasıdır. İçimizi dolduran enerjinin ve arzunun, hesapsızca, bilgisizce, anlamsızca sarf edilmesidir. Güneşin ve doğanın sunduğu sonsuz kaynakların ihtiyaç gözetmeden tüketilmesidir. Yaşamın ifrat düzeyleridir. Faydaya dayalı bir ekonominin yönettiği dünyada, ölüm ve erotizm israftır, lükstür. Bunların ekonomiyi tanımlayan ilkelerle, ihtiyaçla, faydayla, üretimle, çıkarla, değerle, emekle, parayla bir ilgisi yoktur. Dolayısıyla ölüm-erotizm birliği, ihtiyaç yerine arzunun, fayda yerine hazzın, emek yerine oyunun, kıtlık yerine bolluğun, değer yerine bayağılığın, tasarruf yerine sarfiyatın egemen olduğu, ekonomiye karşıt bir anti-ekonomi oluşturur. Kurban ayinleri, orjiler, festivaller, şölenler bu anti-ekonominin hüküm sürdüğü âlemlerdir. İşe dayalı ekonomik hayata özgü sınırların, kuralların, koşulların sonuna kadar ihlal edildiği olaylardır. Bir ekonomik varlık olarak, bir homo economicus olarak insanın nihayetidir.
Bataille'ın "genel ekonomi" konusundaki kaynaklarından en önemlisi Marcel Mauss'un potlaçlar üzerine yazdıklarıdır. Mauss, potlaçları önce 1925 yılında yayınladığı bir makalede incelemiştir: “Hediye: Arkaik Toplumlarda Değişimin Amacı ve Formu”. 1950 yılında bu makale, Hediye başlığıyla bir kitapçık olarak çıkar. Mauss kitabında, ekonomilerini hediyenin belirlediği, Kuzeybatı Pasifik, Malinezya ve Polinezya kültürlerini inceler. Potlaçlar hediyelerin dağıtıldığı kutsal törenlerdir, şölenlerdir. Potlaçların dinsel etkinlikler olmanın yanı sıra politik amaçları da vardır. Rekabet içindeki cemaatlerin birbirleri üzerinde üstünlük sağlamalarında etkindir. Dolayısıyla bir iktidar aracıdır. Yani denebilir ki, ne kadar "har vurup harman savurursanız" o kadar güçlüsünüz, o kadar egemensiniz, hükümransınız.
Port Townsend yerlileri potlaç töreni (J.G. Swan, 1859)
Port Rupert yerlileri potlaç töreni, 1914
Bataille "genel ekonomi" üzerine düşüncelerini on sekiz yıllık bir hazırlıktan sonra 1949 yılında yayınladığı La part maudite: Essai de économie générale kitabında ortaya atar (Lanetli Pay: Genel Ekonomi Üzerine Bir Makale). Kitabın Tüketim ve Hükümranlık başlığını taşıyan diğer bölümleri ölümünden sonra yayınlanır. Lanetli Pay'da, ölüm gibi, erotizm ve esrime gibi, kurban verme gibi, dünyevi hayatın ihtiyaçlarını, sınırlarını aşan aşırılıkların, fazlalıkların kutsallaştığı bir ekonomi hayal eder. Tabii ki bu ifrat ekonomisi, ifrazatın yüceltildiği "bayağı materyalizme" eklemlenir. İfrazat da fazlalık değil midir? Habermas bir makalesinde, Bataille'ın "üretici olmayan harcama" dediği, dünyeviliğe meydan okuyan "heterojen" fazlaların "ifrazattan ve atıklardan, düşlere, erotik sarhoşluklara ve sapıklıklara" kadar uzandığını yazar. Hatta, "oradan bulaşıcı, yıkıcı fikirlere gider; sınırsız israftan, taşkın umutlara, ihlalci başkaldırılara geçer. Buna karşın gündelik hayatın homojen ve konformist ilişkileri, üretime ve değişime özgü dünyevi süreçlerin sonucudur".[11] Bataille İç Deney'de "üretici olmayan harcamanın" Habermas'ın saydıklarından başka örneklerini de kaydeder: "gülme, kahramanlık, esrime, kurban etme, şiir, erotizm veya diğerleri".[12] Ona göre "harcamanın bu değişik şekilleri", birbirleri içinde eriyerek, insanlar arasındaki iletişimin, sürekliliğin imkânlarını oluştururlar. İlerde değinileceği gibi, karşı bir ekonominin yanı sıra, karşı bir felsefe oluştururlar.
Bataille'ın "genel ekonomi"si sonunda bir hükümranlık arayışıdır: "Genel ekonomi, en başta, faydalı olarak kullanılması mümkün olmayan bir enerji fazlası üretildiğini varsayar. Bu fazlanın harcanması için herhangi bir amacı ve anlamı olmaması gerekir. İşte hükümranlık, bu faydasızlık, bu anlamsızlıktır".[13] Hükümranlık, yabancılaşmanın olmadığı bir dünya gerektiriyor. Ekonominin nesnelere indirgenmiş olan rasyonalitesi ötesinde bir dünya... Ekonomik fazlanın sermayeye dönüşmediği kapitalizm dışı bir düzen... Kazanmanın değil kaybetmenin egemen olduğu akıldışı bir iktisat... Böylesi bir dönüşümün tek yolu devrimdir. Devrim de bir taşkınlıktır, aşırılıktır. Bataille, devrimi, potlaçın festivali andıran harcama şenliğine benzetir: "İşçiler nezdinde sınıf mücadelesi, toplumsal harcamanın en müthiş şeklidir. Böylesine büyük bir mücadele egemenlerin bizzat varlığını tehdit eder".[14] Bataille'ı bir "Devrim Simyageri" olarak adlandırdığı makalesinde Gavin Grindon, onun "devrimci potlaç" tasavvurunu, Nietzsche'nin bahsettiği şenliklere benzetir. Nietzsche'ye göre şenlikler, hem duygulanımların, hem de toplu yaratıcılığın sınırsızlığını temsil eder. İnsanca, Pek İnsanca kitabında, "gerçek haz ve özgürlük şenliklerinin geri geleceği günde sanata yer kalmayacağını" yazar.[15]
Sürrealizmin, 1968 Devrimi'yle birlikte Paris'te doğan felsefeyi derinden etkilediği bilinir. Ama hiçbir sürrealist, Bataille kadar, ayrı ayrı bu '68 filozoflarının dikkatini çekmemiştir. Özellikle modern ekonomi politiğin eleştirisiyle uğraşanlar, Marcel Mauss'un potlaçları kadar, Bataille'ın "genel ekonomi"si üzerinde de durmuşlardır. Örneğin Baudrillard, günümüzde egemen olan "sembolik ekonomi" çerçevesinde tüketimin bir üretim olduğunu savunur. Tüketim, ihtiyaçların karşılandığı bir ilişki olmaktan çok, zamanımızda sembollerin üretildiği bir ilişkiye dönüşmüştür. Yani bir bakıma, "genel ekonomi"deki gibi, harcama, nesnelerden, nesnelerin kullanım değerlerinden koparak öznelleşmiş, arzularla ve sembollerle yönetilmeye başlamıştır. Deleuze ve Guattari de, Anti Ödip: Kapitalizm ve Şizofreni (1972) kitabında "tüketimin üretimi" konusunda Bataille'ın "üretici olmayan harcama" kavramına atıfta bulunurlar.[16] Bir başka örnek Lyotard'ın Libidinal Ekonomi'sidir (1974). Lyotard bu kitabında kapitalizmin beslediği duygulanımlar üzerinde dururken Bataille'ın kahramanı Madam Edwarda'yı anar.[17]
Ölüm-yaşam-erotizm-şiir
...aşk, cinayet, yamyamlık; aynı haz...
Alberto Giacometti
Sanat ve güzellik ihtiyacı, dolaylı bir cinsel esrime ihtiyacıdır.
Friedrich Nietzsche
Bataille'ın eserlerinde en baskın, en güçlü, en lirik tema kuşkusuz ölüm-yaşam-erotizm birliğidir. Diyor ki, “Erotizm, hayatın ölüm derecesinde onaylanmasıdır”.[18] Ona göre, baştan, erotizmde saklı olan yaşamsallık vaadi ile ölümün verdiği acı arasında ilişki kurmak zordur. Çünkü, yaşamın ancak ölüm sayesinde yenilendiğini unuturuz. Oysa, ölüm ve erotizm özdeştir. İkisi de yaşamın sınırsızca harcanmasıdır. İkisi de akıllı, bilgili, amaçlı, işlevli, üretken –dolayısıyla süreksiz– insanın varlığına son verir.
Erotizmin işi, bireylerin olağan hayatlarındaki kişiliği parçalamaktır. Bu iş daha çıplaklıktan başlar. Çünkü çıplaklık kendine sahip olmanın, süreksizliğin ötesine geçer. Başkalarıyla iletişime geçerek onlarla sürekli bir varoluş içine girmenin kapılarını açar. Ve süreksiz varlıkların biribirleri içinde eriyerek bir süreklilik bağı kurmaları ölümü çağrıştırır. Sürekliliğin kutsandığı kurban ayinlerini hatırlatır. Erotizm öylesine bir yaşamsallık duygusudur ki, kurban etmeye veya kurban olmaya çağırır; yani nihayetinde ölümü çağırır. Ancak erotizm sayesinde ölümün gözünün içine bakar ve sürekli bir hayatın ölümde saklı olan muammalarını hissederiz. “Şiir de erotizmle aynı yere götürür. Farklı nesnelerin kaynaştığı, birbirleri içinde eridiği yere götürür. Sonsuzluğa götürür, ölüme götürür ve ölüm aracılığıyla sürekliliğe götürür. Şiir sonsuzluktur; güneşle denizin birbirine kaynamasıdır.”[19]
Bataille Erotizm kitabında petit mort'tan bahseder: "Cinsel haz o kadar tahrip edicidir ki, doruk noktasına 'küçük ölüm' (la petite mort) deriz."[20] Eros'un Gözyaşları'nda devam eder: "Nihai ölümün tadını almadan 'küçük ölüm'ü tam anlamıyla nasıl yaşayabilirim ki?"[21] En şiddetli haz, en şiddetli acıyla birleşir. "İnsan hayatının karmaşıklığı gerçekten de çılgınca atılan kahkahayla, hıçkırıklarla dökülen gözyaşlarıdır".[22] Trajedinin kaynağı ölüm-yaşam-erotizm diyalektiğinde yatar. Bataille'ın romanlarındaki nekrofili teması bu bağlamda aydınlanır.
Nicolas M. Deutch, Le Mort et la jeune femme, 1517 Mehmet Güleryüz, Çadır Tiyatrosu, 1968
Erotizm Tabusu ve Orjiler
Bataille’a göre, insanlarla ilgili en temel tabular, ölümle ve doğumla, yani cinsel üremeyle ilgili olanlardır. Ölümle ilgili olanlar, ceset karşısındaki tepkileri düzenler ama örneğin öldürmeyi sınırlamaz. Üremeyle ilgili olanlar, ensest, menstrüasyon, hamilelik ve doğuma dairdir. Temel tabuları belirleyen ölüm ve cinsellik, aynı zamanda kutsaldır. Çalışmaya karşıt olan sürekli hadiselerdir, çünkü insanlar arasındaki birliği gösterir. Ölüm de, erotizm de çalışmanın akışını keser, çalışma hayatının düzenini yıkar; rasyonel insanın varlığına meydan okur. Dolayısıyla çalışma hayatıyla ilişkisi olmayan hayvanlar âlemini hatırlatır.
Üreme, hayvanlar ve insanlar arasında ortaktır. Ama sadece insanların cinselliği erotiktir. Erotizm, basit cinsellikten farklı olarak, üreme işlevinden bağımsızdır. Ölüm gibi bir ihlal hadisesidir. Ve her ihlal hadisesi gibi şiddetle ilgilidir. Çünkü taşkınlıktır, tarafların kendisini kaybetmesidir, birbirlerini mahvetmesidir. Şehvetle cinsel üremenin bir ilgisi yoktur. Şehvet şiddet dolu bir duygudur. “Bana göre şiddet en başta şehvete dayanır, üreme organının dürtülerinden sorumlu olan şehvete... Erotizmin altında patlamayı hatırlatan bir şiddet bulunur.”[23]
Ölümün (öldürmenin) ve cinselliğin şiddetini engelleyen tabulardır. Ölümün ve erotizmin kutsallığı bunlarla ilgili tabular ihlal edildiği zaman ortaya çıkar. Öldürmeyle ilgili tabu, insanların kendinden geçtiği, vecde kapıldığı kurban törenlerinde kırılır; erotizm tabusu ise orjilerde. Orjiler de, insanların çalışma hayatından koparak şiddete kapıldığı kutsal törenlerdir; Dionizyak ayinlerdir. Orjilerde insanlar, doğal içtepileri üzerindeki baskıları yıkarak, vahşi danslarla, çığlıklarla ve hareketlerle birleşirler. Yalnızlıklarının ötesine geçerler; sürekliliklerini yaşarlar. Erotik hazlarını ve yaşamsallıklarını sonuna kadar kışkırtarak yücelirler. Bu aşırı ve sınırsız üreme ayinlerinin, ürünlerine de bolluk getireceğini umarlar. Ancak Bataille’a göre, bu amaç ikincildir. Çünkü savaş gibi, kurban törenleri gibi, orjilerin amacı da şiddetin gemi azıya almasıdır. “Savaşın, kurban törenlerinin ve orjilerin kökenleri özdeştir; öldürmenin ve cinsel şiddetin serbest olmasına karşı oluşturulan tabulardan çıkarlar. Kaçınılmaz olarak bu tabular, ihlal olayının kabararak patlamasına yol açarlar.”[24]
“Erotizm insanın içsel yaşamının –veya isterseniz buna dinsel yaşamın da diyebilirsiniz– bir veçhesidir.”[25] Erotizm ile tapınma ilişkisini en iyi ifade eden, sanattır. Budist, Hindu ve Sih geleneklerinin benimsedikleri Tantra cinsel sembollerle doludur ve yaradılışı cinsellik üzerine kurar. Hindistan’daki Konark Güneş Tapınağı gibi erotizm anıtları orjilerle süslüdür. Batı’da da antik putperest dinlerin ikonografisi cinsel organların tasvirleriyle doludur. Bunların başında bereket tanrısı Priapus’un heykelleri ve freskleri gelir.
Dionysos'un Zaferi ve Mevsimler, 260-270
Khajuraho Tapınağı
Priapus, Pompeii, M.S. 1.yüzyıl
İfrazat, Zillet ve Erotizm
19. yüzyılda ölüm aşkı ve aşk ölümü esriklikte doruğa ulaşır... Baudelaire'in Kötülük Çiçekleri'nden keskin bir zührevi kadavra kokusu yayılmaktadır etrafa.
Patrick Süskind
Bataille her türlü iğrenmenin arzuyla ilgili olduğunu söylüyor. Ve buradan çıkarak idrar, dışkı gibi ifrazatla (excreta) erotizm arasında bağ kuruyor. "İfrazatla ve çürümeyle cinsellik arasında ilişki olduğu muhakkaktır."[26] Bu cümlede "çürüme" ile kastedilen daha ziyade bir cesedin çürümesidir, kokuşmasıdır. Dolayısıyla Bataille'a göre bir ceset de cinsel arzu uyandırabilir. Bu nokta, onun yazınında, ölüm ile erotizm arasındaki ilişkinin bir başka düzeyini oluşturur.
Bataille, pisliğe, sapıklığa, zillete (abjection) karşı kusmaya kadar varan tepkilerin toplumsal, ahlaki şartlanmalara bağlı olduğunu belirtir. Bu tepkiler, baştan beri süren ve baskıyla öğretilen davranışlardır. "İlk insanlardan bu yana azarlanıp duran çocuklar" üzerinden devrolup gelir. "Midemizi bulandıranın dışkının kokusu olduğunu sanırız. Ama acaba daha baştan tiksindirici olduğuna şartlandırılmasaydık böyle kokar mıydı?" Elbette bu şartlanmaları besleyen başta dinlerdir. Dinler, aynı zamanda ifrazat kanalları olmaları dolayısıyla cinsel organların ve cinselliğin de müstehcen olduğunu vaaz ederler. Büyük Hıristiyan ilahiyatçısı ve filozofu Aziz Augustinus "dışkıyla idrar arasında doğduğumuzu" yazar: Inter faeces et urinam nascimur. [27]
Pislik, ifrazat veya bir ceset karşısındaki iğrenme ve tiksinme duyularını, "zillet"i (abjection) eleştirel teoriye sunan Julia Kristeva'dır. Kristeva'ya göre zelil olan şey, toplumsal aklı ve tabuları ihlal eden dışladığımız bir şeydir; doğayla aramıza koyduğumuz sınırların aşılmasıdır, canavarlıktır. Kuşkusuz en şiddetli zillet hadisesi, nekrofilidir, hele bir de işin içinde insanın annesinin ölü bedeni de bulunuyorsa. Bataille'ın hem Gözün Hikâyesi, hem de Göğün Mavisi ve Annem romanlarındaki zillet sonunda nekrofiliye tırmanır. Son ikisinde ise nekrofili ve ensest kaynarlar. Arzu annenin ölü bedenine odaklanır. Bu aslında bir canavarlıktır ama bir yandan da Bataille'ın kahramanlarının aklını çeler; onları hem korkutur hem kendinden geçirir. Birbirine karşıt olan tiksinti ile arzu birleşir. Ölüm ve erotizm, acı ve haz, insan ve canavar (hayvan), varlıkla yokluk birleşir. Daha aşırı ne olabilir ki? Madam Edwarda'ya yazdığı önsözde Bataille, "zihnin ancak aşırılık (ifrat) sayesinde sınırlarına erişebileceğini" yazar. "Eğer ifratın temsiliyetini bir yana bırakıyorsak ve görüşün olanaklarının ötesine geçerek görmeye dayanamadığımız şeyleri aşamıyorsak, düşüncenin olanaklarını aşarak düşünemiyorsak hakikat neyi gösterir ki?"[28]
Şahin Kaygun, 1983 Mehmet Güleryüz, Tutku, 1967
Kristeva'ya göre en karmaşık haliyle zillet mefhumunu ortaya atan Bataille'dır. Bu konu bedenin safralarından toplumun safralarına uzanır: lümpenler, fahişeler, caniler, serseriler, aylaklar, istenmeyenler, dışlananlar, 'ötekiler'. "Toplumsal zillet", faşiştlerin 'ötekileri' zelil sayan ırkçılığının incelenmesinde de önem kazanır. Diğer yandan Marx'ın, modern sınıflar dışına ittiği lümpen-proletarya ile bohemyanın sınıf savaşına zarar verdiklerine ilişkin tezlerini tartışmaya açar. Nietzsche kadar Marx'a da bağlı olan Bataille'ın "bayağı materyalizm"ine gönderir.
Zillet – Bayağı Materyalizm ve Estetik Formsuzluk
Bataille'ın bakış açısından bayağılık, her kavramı, her maddeyi alaşağı ederek, onları yerin dibine batırır. Çürüme, pas, kokuşmuşluk, formu bozar. Yerleşmiş anlamları, bilgiyi, aklı ayaklar altına alır. Sonuçta, André Breton'un ifadesiyle materyalizmi dibine çökertir. Bayağı materyalizm, 'tarihsel', epistemolojik, rasyonel, linguistik rejimlere karşı bir ihlal hareketidir. Nedenselliği ve gerçekliği hiçe sayar; duygulanımları ve arzuları temel alır. Bataille felsefesi ve antropolojisi bir anlamda insanlıkdışıdır. Tarihi, insanın canavarca, hayvansı arzuları üzerinden okur.
Breton, Bataille'ın materyalizminin vülger, pespaye bir düşünce olduğunu söyler; Marx'ı, onun "tarihsel materyalizmini" ve devrimi hiçe saydığını belirtir. İkinci Sürrealist Manifesto'da Bataille'a şöyle yüklenir: "Bataille'ın büyük bir tutkuyla kullandığı kaba, pis, aşağılık, edepsiz, ahmakça sözler, tahammül edilmesi mümkün olmayan birtakım durumlara karşı çıkmaktan ziyade, gayet lirik bir tarzda, onun bunlardan duyduğu hazzı ifade eder".[29] Sonuçta, Bataille sürrealistler tarafından dışlanır. Yakın arkadaşı Michel Leiris'le birlikte La Révolution Surrealiste dergisine karşı bir yayın çıkarır (1929): Documents.
Breton'la çatışmalarında Bataille ise, onun materyalizminin ve devrim düşüncesinin ütopyacı olduğunu öne sürer. "Şiddet dolu ölümle, fışkıran kanla, dehşet içindeki çığlıklarla birlik olmadan [...]; değer verdiklerimiz pisliğe batmadan; ve bir sadist gibi, insanın fırtına dolu, taşkın doğasını anlamadan devrimcilerden bahsedemeyiz. Geriye kalan, ütopik bir başkaldırı duygusallığından ibarettir."[30] Bu sözler, Baudelaire'in Paris'teki 1848 barikat savaşlarında yaşadığı şiddet karşısında büyülenmesini hatırlatıyor: "Toplar gümbürderken kollar bacaklar havada uçuşuyor [...] kurbanların inlemeleriyle, kurban edenlerin naraları birbirine karışıyor [...] İşte mutluluk peşinde İnsanlık".[31] "Evet, yaşasın devrim! diyorum; yaşasın yıkım! Yaşasın azap, yaşasın ölüm! dediğim gibi."[32] Bataille'ın da, Baudelaire'in de devrime bakışları, bütün sınırların ihlal edildiği, arzuların kabından taştığı kurban ayinlerini ve şenlikleri hatırlatır.
Formsuz Sanat ve Mimarlık
Bataille Documents dergisinde yayınlanan "Eleştirel Sözlük" için (Dictionnaire critique) "formsuzluk" (informe) üzerine bir madde yazar. Ona göre informe, bir tasnif ve form sistemi olan anlamlar dünyasını parçalar; tanımları yok eder; dili alaşağı eder. Göstergeleri temsillerinden söker: "Evrenin hiçbir şeye benzemediğini söylemek formsuzluktur... Evrenin örümcek veya tükürük gibi bir şey olduğunu söylemeye varır".[33]
Bataille'a göre sanat da form vererek değil, formları bozarak icat edilmiş ve hep böyle sürmüştür. İlk mağara resimlerinden beri insanlar benzetme ve temsil çabasıyla değil, çocuklar gibi "tahrip ve kirletmenin keyfini çıkarmak için" sanat yaparlar.[34] Yani Bataille mimesis estetiğini siler. Onun için primitivizm kadar modernizm de formsuzdur. 1955'te Manet üzerine yazdığı kitabında, modern sanatın Manet’yle başladığını çünkü ilk kez onun resmin konusunu parçaladığını yazar. Manet resme anlam veren metni imha eder.[35] Gerçekten de, formun parçalanması, modernist "fragman estetiği"nin temelini oluşturur. Bunun edebiyattaki en radikal temsilcisi Mallarmé olmalıdır. Simmel'in sosyolojisinin, Benjamin'in felsefesinin bile fragmanlara ayrılmış olduğundan söz edilir.[36] Sanat ve edebiyattaki formsuzluğu en güzel ifade eden Baudelaire'dir. Paris Sıkıntısı'nın yayıncısına yazdığı bir mektupta kitabının, başı sonu olmayan birtakım fragmanlardan oluştuğunu açıklar: "Bu yapıtta her şey aynı zamanda hem baş, hem de kuyruktur... İstediğimiz yerinden kesebiliriz... Doğrayıp birçok fragmana ayırın, göreceksiniz, her biri kendi başına da var olabilir".[37]
Bataille Documents dergisinde yayınlanan "Eleştirel Sözlük" için bir madde daha yazar: "Mimarlık". Ona göre mimarlık, "hiyerarşileri simgelerini kurar ve korur. Mimarlığın kökeninde ne ev vardır, ne tapınak, ne de mezar. Onun kökeninde hapishane vardır. […] Bataille'ın mimarlığı hapishane olarak görmesinin altında yatan neden, insanın formunun onun ilk hapishanesi olmasıdır. Bu nedenle Bataille, başı olmayan efsanevi yaratık Acephalus'a kapılır,[38] çünkü insan, başından kurtulduğunda bedeninin cenderesine sıkışıp kalmaktan kurtulur. Akıldan da..."[39] Dolayısıyla insanın mimarlık hapishanesini yıkması için formsuz bir mimarlık yaratması, bunun için de bedeninin hapishanesini parçalaması gerekir: "insanın hapishane kölesi olmaktan kurtulmasının tek yolu, formunu terk etmesi, başını kaybetmesidir".[40]
Bataille'ın "bayağı materyalizm" ve informe konularındaki tezleri, İkinci Dünya Savaşı sonrası Fransız ve İtalyan sanatında etkili olur. Madame Edwarda ve Alleluiah eserleri için gravürler yapan Jean Fautrier (1894-1964), tuallerini üstü örtülmüş dışkı yığınlarını hatırlatan kabartmalarla kaplar. Sarah Wilson'a göre, "Fautrier Bataille'ın erotizm ve şiddet dolu evrenini muhteşem bir şekilde bütünler. Onlar dünyanın sarsıcı bir yıkım illetine kapıldığı, milyonlarca insanın bedeninin imha olduğu bir anda buluşurlar. Dilin ve formun cenderesini parçalayarak iç deneyin dünyasına ulaşmaya çalışırlar. Eserleri, bir kırılmaya, yeni bir dönemin doğuşuna yol açar".[41] Formsuzluğun ve bayağılığın izini süren diğer iki önde gelen sanatçı Luico Fontana (1899-1968) ve Piero Manzoni'dir (1933-1963). Fontana'nın heykelleri çamur ya da dışkı yığınlarını çağrıştırır. Sanatçıyı kutsal bir kahraman değil de bir "ifrazat makinesi" olarak gören Manzoni ise dışkısını konserveler: Merda d'artista.
Jean Fautrier, Rehin Başı, 1944
Lucio Fontana, Concetto Speziale
Piero Manzoni, Merda d'artista, 1961
Sanatın İcadı
Bataille için insanlık tarihindeki en büyük iki olay, önce aletlerin ve sonra da sanatın ortaya çıkmasıydı. Aletler çalışmanın, mesainin başlamasını; sanat eserleri de oyunun başlamasını simgeliyordu. İlki Neandertal insanının, homo faber’in (500.000 yıl önce) eseriydi, ikincisi de üst Paleolitik çağa ait (50.000 yıl önce) tam anlamıyla gelişmiş homo sapiens’in eseriydi. Lascaux gibi ilk mağara resimleri, homo faber’den homo sapiens’e geçişin sahnesidir aynı zamanda.
Güney Fransa'daki Lascaux mağaralarında bulunan, 17.300 yıl öncesine ait Paleolitik resimler, Bataille antropolojisinin temelini oluşturur. Ölüm, erotizm ve sanatın birliğini bu resimlerde keşfeder ve 1956'da yayınladığı Lascaux: Sanatın Doğuşu kitabında inceler. Zaten bundan sonra Bataille yazını ağırlıklı olarak edebiyattan antropolojiye ve felsefeye yönelir.
Bataille'a göre sanatı, Lascaux mağarasında yaşayanlar yaratmışlardır ve "hiçbir şeyden yaratmışlardır". Sadece sanat yapmayı arzu etmişlerdir. Ona göre Lascaux mağarasında yaşayanlar, tahminlerin aksine hiç de sefalet içinde değillerdi. Bolluk içindeydiler ve gülmeyi, kahkaha atmayı biliyorlardı. Onlara bu hayatiyetlerini veren hayvansılıklarıydı. Bu hayatiyet sayesinde fresklerdeki güzelliği yaratarak hükümranlık duygusuna kapıldılar.
Mağara resimleriyle, mitolojinin ve edebiyatın köklerini oluşturan ayinler eşzamanlıdır. Ayrıca mağaralarda resim yapmanın da bir tür ritüel olduğu anlaşılmaktadır. Resimlerin çizildiği mağaraların barınmak için kullanılmadığı bilinmektedir. Bu mağaralar, alev ışığının büyüselliğinde sanat yapmanın topluca kutlandığı bir tür tapınaktı.
Sanat da, ölüm ve erotizm olaylarındaki gibi, çalışmanın kesintiye uğradığı, arzuların kamçılandığı bir etkinlikti. Amacı ve faydası yoktu. Duygularımızdan/duyularımızdan doğan ve gene ona hitap eden ve bizi baştan çıkaran ama hiçbir faydası olmayan işaretler yaratıyordu. Ve bu işaretler, oyunlardaki gibi, özgür ve kendiliğinden hareketlerin sonucuydu. Sanat kadar, insana özgü dehanın başlangıçlarını da simgeliyorlardı. İşte insanların zihinleri arasındaki özgür iletişim, bu işaretler sayesinde başladı. Ölüm ve erotizm gibi, sanat yoluyla da insanlar aralarında bir süreklilik olduğunu hissetti.
Daha başlangıcında sanat bir çeşit oyundu. Bataille'a göre, Lascaux mağaralarının sanatı kazara, şansa bağlı olarak ve oyun sonucu icat edilmiş olmalıydı. Dolayısıyla sanat, çalışmanın egemen olduğu dünyayı ihlal ediyordu. İnsanı ihtiyaçlarının pençesinden kurtarıyordu. Aslında sanat, her zaman ne idiyse Lascaux resimlerinde de oydu: arzularımızın canlandırdığı olağanüstü, harikulade bir dünyanın, olağan dünyanın yerini alması.
Ölüm/erotizm/sanat ve Hayvanlar Âlemi
Lascaux mağarasındaki bir resim, Bataille’ın antropolojisinin alegorisi gibidir. Kuş başlı bir avcı, belki de şaman, itifallik bir vaziyette, ölmek üzere olan yaralı bir bizonun önünde yerde yatmaktadır. Büyük ihtimalle bizonu öldüren odur, ama ressam onu da ölü gibi resmetmiştir. Bataille'ın yorumuna göre, kutsal saydığı bir hayvanın canına kıyarak tabuları ihlal etmiş olan avcı, kendi ölümüyle, işlediği bu suçun/günahın kefaretini ödemektedir. Savaşlar ortaya çıkmadan önceki dönemde ihlal olayının ilkel hali av olmalıdır.
Lascaux Mağarası Tanrı, Les Trois-Fréres Mağarası
Lascaux resimlerinden başka, gene aynı bölgedeki, 13.000 yıl öncesine dayandırılan Trois-Fréres mağarasındaki resimler de, tarihin ilk insan tasvirlerinin onu hayvan olarak resmettiklerini gösteriyordu. İlk zamanlarda insanlar, hayvanlar karşısında kendilerini üstün hissetmezlerdi. Üstünlük duygusu hayvan yetiştirmekle başlayacaktır. Lascaux’da ve Trois-Fréres'de hayvan, tanrılarla ve krallarla aynı düzeydedir. Dolayısıyla tanrı, bir canavardan ayırt edilemez. Nitekim Trois-Fréres'deki resimleri ortaya çıkaran rahip-arkeolog-antropolog Henri Breuil, bu resimlerde görülen hayvan kılığına girmiş şamanları "tanrı" olarak da adlandırır.[42] Tarih öncesi mağara resimlerinde hayvan kisvesine bürünen insanlar, böylece tanrı/krala özgü olan bir hükümranlığa kavuşmaktadır. İnsanın hayvanlar âlemine özgü olan hükümranlık ve güç karşısında eğilmesi, dünyevi, akli mesaisinden kurtularak varlığının en derinlerde yatan anlamını kutsaması demektir. Büyünün ve büyücünün gücü de buradan gelir: insanın hayvansal doğasına dönerek kazandığı hükümranlıktan ve kutsallıktan kaynaklanır. Bataille, Lascaux ve Trois-Fréres mağaralarındaki resimlerin sonunda insanın doğa karşısındaki zaferini simgelediğini söyler; ancak bir tek koşulla, "insanlığını maskelemesi koşuluyla... Paleolitik insan bugün neyle gurur duyuyorsak onu gizlemiştir; ve bugün neyi gizliyorsak onu açık açık sergilemiştir." [43]
Çalışmak zorunda olmayan hayvanların âleminde tabu bulunmaz; ölüm ve cinsellik üzerinde, arzular ve duyular üzerinde sınır yoktur. Çalışma olmayınca, meşakkat de yoktur, zorunluluk da yoktur. Bu âlem yıldırıcı ve bıktırıcı değildir; tam aksine büyülüdür. İşte bu nedenlerle, insanlar, şenliklerde hayvansılığın vahşetine döner, ona sığınırlar. İnsanın hayvan kılığına girmesi bir ihlal hareketidir. Ve tabuları ihlal etmenin uyandırdığı duygular, sarhoşluk verir, şiddet uyandırır. Tabuları ihlal ederek insanlar pratik aklı reddederken, doğalarındaki hayvansılığı yüceltirler. Hayvanları kutsarlar. Baştan beri, antik Mısır ve Yunan’da olduğu gibi onları tanrılaştırırlar. Ayrıca kendini hayvan kılığında resmederek insan, “kalın kafalı sağduyuya” ve kendisini olduğu gibi tasvir eden “natüralist” tasvirlere de meydan okur.
İnsan-Bizon, Les Trois-Fréres Mağarası
Ölümün, Erotizmin Sessizliği ve Bilgisizliğin Bilgisi
Bilgi 'çalışır'. Ne şiir, ne kahkaha, ne de esrime çalışır.
Georges Bataille
Bataille, ölümün, erotizmin ve sanatın birliğinden bir epistemoloji türetir, karşı bir felsefe, dil ve din geliştirir. Burada bilgi bilgisizliktir, dil sözsüz ve sessizdir, din gizemdir, Madam Edwarda tanrıdır. Bataille'a göre, insanın çalışmaya başlamasıyla birlikte gelişmeye başlayan bilgi ve dil, onu araçsallaştırır, sınırlar, tabularını besler. "Descartes felsefeye şu amacı yüklemiştir: Yaşama faydalı olanın sağlam ve açık bilgisi".[44] Oysa özünde bilginin bir amacı ve faydası olamaz. Bir kullanımı, yararı, işlevi olan bilgi, insanın otonomisine ve hükümranlığına engel olur. Dünyeviliğe hizmet eder ve insanları kutsallığından alıkoyar. Onların birbirleriyle süreklilik içinde olduklarını hissedebilecekleri bir "iletişim" kurmalarına izin vermez. Nihai bilgiye ancak bu tür bilgiyi parçalayarak varılır. Bataille'a göre kullanışlı olan bilgi, "çalışan bilgi", nihai bilgi değildir. Dille, sözle ifade edilen bilgi de öyle. Sözle ifade edilen bilgi, dilbilgisinin esiridir. Bilim de, felsefe de, dilin kurduğu evreni aşamaz.
"Yaşam ölümün, ırmaklar denizin ve bilinen bilinmezin içinde kaybolacaktır. Bilgi, bilinmezin girişidir."[45] "Bilinmez"i nasıl biliriz? Deneyim sayesinde. Bataille'da bilginin yerini deneyim alır. Bilgisizliğin bilgisi, deneyimdir. Deneyim ise, "insanın olabilirin ucuna yaptığı yolculuktur [...] Bu yolculuğu herkes yapamaz; ama yaparsa, bu yolculuk, olabiliri sınırlayan şimdiki değerlerin, otoritelerin yadsınmasını öngörür. Diğer değerlerin, diğer otoritelerin yadsınması sonucunda, gerçek varlığa sahip deneyimin kendisi kesin olarak değer ve otorite olur".[46] Bir başka deyişle bilinmezlik otorite olur. "Tanrı'nın veya şiirin deneyimine en büyük otoriteyi sağlayan da bilinmezlikleri" değil midir?[47] Deneyim, "ateşin ve korkunun içindeki insanın var olma olgusundan anladığı şeyin sorun olarak (deneyim olarak) ortaya konmasıdır [...] Ancak aldatmacasız, bilinmeze doğru giderek kendimizi tam olarak" keşfedebiliriz.[48]
Bataille'ın İç Deney kitabı (1943) deneyimin özerkliğini vurgulayan bölümlerle doludur. İç deneyimin süreklilikle, hükümranlıkla, ihlalle ve sanatla olan bağlarını bunlardan çıkarsarız:
"İç deneyimin, ne bir dogmanın (ahlaksal davranış), ne bilimin, ne de estetiğin içinde kaynağı olmadığından kendisinden başka ne bir kaygısı, ne de bir amacı olabilir."[49]
Deneyimin "önceden verili bir amacı yoktur... Bizi hiçbir sığınağa götürmez... ancak kayboluşa ve anlamsızlığa götürür."[50]
Bilgisiz deneyimler, sözcüklerin ve söylemin bölgesi dışındadırlar, "hiçbir nesneye dayanmayan belirsiz içsel devinimlerdir ve amaçları yoktur... Bu durumlar içimizde sanki yokmuş gibi vardırlar."[51]
Bilgisizlik, karanlığın, uykunun, gecenin deneyimidir. Gece ise, "kendisi için vardır veya yoktur".[52]
"Bilgisizlik açığa çıkarır": Bataille bu önermesinin "doruk" olduğunu belirtir.[53] Ne var ki, dil ve söylem bilgisizliğe engel olur. Bilgisizliğin kaynağı olan içsel deneyimi yaşamamıza izin vermez. Grameriyle, sözdizimiyle, gösterge sistemiyle kurallar koyar, sınırlar getirir; örter, gizler. Başlı başına bir iktidardır; "köleliktir". Mantıklı ve faydalıdır. Onun için Bataille, bizi dilin ve söylemin ortadan kalktığı bir sessizliğe çağırır. "Özünde bilgi, mistik deneyime, aydınlanmış sessizliğe mahsustur."[54] Sessizliğin bilgisine ise erotizm ve ölüm işaret eder. Çünkü,"erotik deneyim bizi sessiz olmaya zorlar" ve "ölümün güvencesi, sessizliğin kendisidir".[55] Öte yandan doğa konuşmaz, hayvanlar konuşmaz, ve Tanrı konuşmaz.
Bataille'da sessizliğin ve bilgisizliğin kilidi, kendinden geçmedir, vect halidir, transtır, esrimedir. Bilgisizlik ve esrimeyi kuran birbirleridir. Bilgisizlik esrimeye, esrime bilgisizliğe götürür. Esrimeye varmamız için bilginin reddedilmesi gerekir. Bilim ve felsefe esrimeyi/erotizmi/sessizliği açıklayamaz: "Felsefe kendisinin dışına çıkmıyor, dilden dışarı çıkmıyor. Dili öyle bir şekilde kullanıyor ki arkasından sessizlik gelmiyor". Onun için "en üst" meseleyi yanıtlayamıyor: "erotizmin sessizliği".[56] Erotizmin sessizliği nedir? İçsel deneyimdir, dili aşan ve insanlar arasında süreklilik sağlayan "iletişim"dir.
Şiirsel İlahiyat
İblisin elinde bizi oynatan iplerimiz!
Çekici bir yan buluruz, iğrenç nesnelerde;
Korkusuzca, pis kokan karanlıklar içinde,
Her gün bir adım daha Cehennem'e ineriz.
Charles Baudelaire
Sessizlik, bilgisizlik, esrime, erotizm, içsel deneyim,-... Ancak birbirleriyle anlamlandırılabilen bu kavramlar silsilesi, sonunda Bataille'ın "yeni mistik ilahiyatını" oluşturur. Bu kavramların ifade ettiği mistik yolculuk sayesinde, insan, mutlaklığı, sonsuzluğu ve Tanrı’yı keşfeder. Erotizmi lanetleyen ve çalışmayı yücelten Hıristiyan dininde Tanrı, "sınırsız bir zihinsel yapıdır".[57] Oysa Bataille'ın Tanrı tasavvurunu kuşatan tinsel evren, "her türlü zihinsel işlemin özden durdurulması"[58] ile ortaya çıkar.
Bataille, Nietzsche'yle birlikte Tanrı'nın öldüğünü ilan eder. Zaten onun gözünde Tanrı, dinlerin ortaya koyduğu tabuların ihlal edildiği içsel deneyimlerde ortaya çıkar. Tabii bu deneyimlerin başında da erotizm ve ölüm gelir. Esrimenin Tanrısı Dionysos'a adanan orjiler ve Güneş Tanrısı Tonatiuh için düzenlenen kurban ayinleri, dinsel ritüeller, ibadet törenleri değil midir? Azami haz ile azami acının özdeşleştiği şenlikler değil midir? İşte bir fahişe olan Madam Edwarda da, hazdan ve acıdan çıldırmış vaziyette kendini teşhir ederken, böylesine şiddet dolu bir kutsallık atmosferinde kendini bir Tanrı gibi görür. Madame Edwarda'ya yazdığı önsözde Bataille bu "insafsız, deli kitabın” gayesinin “Tanrı'yı yeniden keşfetmek” olduğunu yazar: "Mistisizmin söyleyemediğini, erotizm söyler: Eğer Tanrı her anlamda Tanrı'nın aşılması değilse, hiçbir şeydir".[59] Başka deyişle, tanrısallık, tanrısal olan her şeyin ihlal edilmesidir.
Bataille'ın ilahiyatı ile estetiği aynı kavramlarla örülür. Örneğin "esrime", içsel deneyimin olduğu kadar, estetik deneyimin de kaynağıdır. Zaten bu ikisini ayırt edemezsiniz. Sanat esrimeyi, esrime sanatı kurar. "Esrimeye ancak yaşamı dramalaştırarak ulaşılabileceğini" söyler. "Eğer dramalaştırmayı bilmiyorsak, kendimizin dışına çıkamayız. [...] Dramatiklik şu veya bu koşullar içinde olmak değildir. Sadece var olmaktır."[60] "Trajik bir dünyada yaşıyoruz."[61] Trajedi, "korkuyla birlikte sarhoşluk ve esrime verir".[62] Demek ki esrimeyi yaratan, varoluşun dramasıdır, trajedisidir; sanattır. Yarattığı esrime dolayısıyla sanat hem hayattır, hem de hayatın mistik bilgisidir. "Her mistik bilgi, esrimenin aydınlatıcı gücüne inanır. Bu mistik bilgiye bir kurgu olarak, sanat gibi bakmak gerekir."[63]
Bataille, modern ütopyaların neredeyse hepsinde olduğu gibi (Saint-Simon, Fourier, Morris, Marx vs.) dini sanat olan bir insanlık öngörür. Bu Schiller, Schelling gibi romantik filozofların da düşüdür. Nihayetinde Bataille da, romantikler gibi modernliğin tanrısı sayılan akla karşı bir tanrısallık peşindedir. Akla karşı, bilince karşı, gerçekliğe karşı, çalışmaya karşı... Bir sanat ilahiyatı kurmakla uğraştığı Edebiyat ve Kötülük kitabında Emily Brontë, Baudelaire, Blake ve Michelet gibi romantiklere başvurur. Blake'in "insanoğlunu şiire, şiiri de kötülüğe indirgemeyi başardığını" yazar.[64] Ona göre Blake'in 'deli'liği, şairliğinden, dolayısıyla akla karşı olmasındandır; "bilinçdışı simgelerin istilasına uğramış"[65] olmasındandır. Ayrıca şiir "gerçekliği de hem reddeder, hem de ortadan kaldırır; çünkü onu dünyanın hakiki görüntüsünü bizlerden saklayan bir perde olarak görür".[66] "Daha ilk kımıldanışında yakaladığı nesneleri yok eder".[67] Dolayısıyla, gerçekliğe karşı olan şiir yalan söyler. Bunun için de dinle bir sayılır. "Yalan söylemeyen din ya da şiir yoktur... Ancak yine de, din ve şiir bizi tutkuyla, ölümün hayata karşı çıkmadığı yere, kendi dışımıza savurmaktan asla vazgeçmezler... Blake, dine şiirdeki özgürlüğü, şiire de dine özgü hükümranlık gücünü vererek onları berraklaştırmıştır."[68] Ne var ki Blake'in şiirsel dini şeytanların ve cehennemin tarafındadır. "Şiirin gerçek özü şeytandır" ve şairin "ilham kaynağı, günah ve cehennem azabıdır; [...] cennet onun şiir heyecanını öldürür." O halde şiir kötü olmak zorundadır. Karşı olduğu aklın ve bilginin tanımladığı doğruluğu, iyiliği, güzelliği parçalar; yalanı, kötülüğü ve çirkinliği yüceltir. Dolayısıyla "şiir, istese de yapıcı olamaz; o yıkıcıdır; o, ancak isyan ettiği zaman gerçektir".[69] Kısacası, sanat ve edebiyat, başta ölüm ve erotizm olmak üzere tabular karşısında bir ihlal hareketidir, kurban şenlikleri ve Dionizyak orjilerde olduğu gibi kutsal birer ayindir. "Şiirsel hayvansılığımıza" dönüştür. Unutmamalıyız ki, "insanlık buradan doğmuştur".[70]
William Blake, Büyük Kırmızı Ejder ve Güneşe Bürünmüş Kadın, 1805-1810
[1] Philippe Sollers, "The Roof: Essay in Systematic Reading", BATAILLE: A Critical Reader içinde, ed. Fred Botting, Scott Wilson, (Massachusetts: Blackwell, 1998) s. 90.
[2] Aktaran: Sollers, a.g.e., s. 91.
[3] Georges Bataille, Erotism, Death and Sensuality (San Francisco: City Lights Books, 1986) s. 64.
[6] Georges Bataille, İç Deney (İstanbul, YKY, 1995) s. 71.
[8] Georges Bataille, The Tears of Eros (San Francisco: City Light Books, 1989) s. 207.
[9] Jean Baudrillard, "When Bataille Attacked the Metaphysical Principle of Economy", Bataille: A Critical Reader içinde, s. 193.
[10] Michale Richardson, Georges Bataille (Londra: Routledge, 1994), s. 40-97.
[11] Jürgen Habermas, "The French Path to Postmodernity", Bataille: A Critical Reader içinde, s. 173.
[12] Georges Bataille, İç Deney, s. 21.
[13] Aktaran, Jacques Derrida, "From Restricted to General Economy", Bataille: A Critical Reader içinde, s. 122.
[14] Bataille'dan aktaran Gavin Grindon, "Alchemist of the Revolution: The Affective Materialism of Georges Bataille, Third Text, May 2010, s. 311.
[16] Gilles Deleuze, Felix Guattari, Anti-Oedipus: Capitalism and Schizophrenia (Londra: Continuum, 2004) s. 4.
[17] Bataille:A Critical Reader, s. 16.
[21] The Tears of Eros, s. 20.
[28] Georges Bataille, My Mother, Madame Edwarda, The Dead Man (Londra: Penguin, 2012) s. 126.
[29] Andre Bréton, Manifestoes of Surrealism (University of Michigan Press, 1972), s. 184.
[30] Georges Bataille, "The Use Value of DAF De Sade", Visions of Excess içinde, ed: Allan Stoekl (Minneapolis: University of Minnesota Press, 1988) s. 101.
[31] Charles Baudelaire, bir şiir için notlar, aktaran T. J. Clark, The Absolute Bourgeois, Artists and Politics in France 1848-1851 (Londra: Thames and Hudson, 1982) s. 9.
[32] Walter Benjamin (aktaran), Charles Baudelaire: A Lyric Poet in the Era of High Capitalsm (Londra: NLB, 1973) s. 90.
[33] H. Foster, R. Krauss, Y.-A. Bois, B. Bucloch (ed.), Art Since 1900 (Londra: Thames&Hudson, 2004) s. 245.
[35] B. Fer, D. Batchelor, P.Wood, Realism, Rationalism, Surrealism (Londra: Yale University Press, 1993) s. 209.
[36] "Fragman estetiği" konusunda bkz: Ali Artun, "Baudelaire'de Sanatın Özerkleşmesi ve Modernizm", Charles Baudelaire, Modern Hayatın Ressamı içinde, (İstanbul: İletişim-SanatHayat, 2004, s. 48-52.
[37] Charles Baudelaire, Paris Sıkıntısı (İstanbul: Adam, 2002) s.7.
[38] Savaştan önce Bataille, Acéphale adını verdiği bir gizli cemiyet kurar. Rivayete göre, üyelerin hepsi cemiyetin açılış töreninde kurban olmayı kabul ederler ama hiçbiri cellat olmaya yanaşmaz. Acéphale savaştan az önce dağılır.
[39] Nur Altınyıldız Artun, "Mimarlığı Baştan Çıkarmak", Sürrealizm-Mimarlık içinde (İstanbul: İletişim/SanatHayat, 2014) s.24.
[40] Denis Hollier, Against Architecture: The Writings of Georges Bataille (Cambridge: MIT Press, 1992) s. xıı.
[41] Sarah Wilson, "Fêting the Wound: Georges Bataille and Jean Fautrier in the 1940s", Bataille-Writing the Sacred içinde, ed. C.B. Gill (Londra: Routledge, 1995) s. 187.
[42] Georges Bataille, The Cradle of Humanity: Prehistoric Art and Culture (New York: Zone Books, 2009) s. 63.
[44] Georges Bataille, İç Deney, s. 125.
[54] Jürgen Habermas, a.g.e., s. 187.
[55] Georges Bataille, İç Deney, s. 37.
[59] Georges Bataille, My Mother, Madame Edwarda, The Dead Man (Londra: Penguin, 2012) s. 127.
[60] Georges Bataille, İç Deney, s. 32,33.
[64] Georges Bataille, Edebiyat ve Kötülük (İstanbul: Ayrıntı, 2004) s. 65.
[70] Georges Bataille, Cradle of Humanity, s. 76.