/ Sanat ve Emek / Kültür Endüstrisi ve Terör Yönetimi

“Prekarya olmanın tadını çıkar!” ‘Yaratıcı’ diye anılan endüstrilere ilişkin pıtrak gibi biten ideolojik yeniden tanımlamaların ve bunlara tekabül eden yeniden değer biçmelerin altındaki telkin bu. Kuşkusuz böyle bir telkinin tutması için, ilgi çekici, cazip ve gizemli kılınması gerekir. Cilalanıp parlatılarak yeniden tedavüle sokulan yaratıcı isyankâr olarak sanatçı figürü, bu dalavereyi başarmış görünüyor. Post-Fordist bilişsel kapitalizmin yeni imgeleminde, eski özerklik ve yaratıcılık kategorileri büyük bir debdebeyle diriltiliyor. Öznel düzeyde bütün mesele, ruh hallerinden, fantezilerden ve libidinal yatırımlardan ibaret. Diz egzersizleri fonda güzel bir müzik eşliğinde yapıldığı sürece, kendi bedenini istismar etmek fiyakalı olabilir. Özgürlüğü kölelikte, doğru hayatı yanlış yaşamda bulmak gerçekten mümkün, yeter ki bunları yeni ve onaylanmış yöntemlerde arayın. Bu değişmiş üretim ilişkilerinin ve yeni koşullara uyarlanmış bu yeni emek öznesinin direniş imkânına ne kadar yer bıraktığı ise, tartışma konusu.

Her durumda, emek piyasasında, vahim bir güvencesizlik, bağımlılık ve demoralizasyon yoğunlaşmasının damgasını vurduğu eğilimler, zamanımızın sosyal süreçlerinin iyice köklenmiş bir yönüdür – gerçi, post-Fordist üretimle ilgili iddiaların, sermayenin yeni avangardı olarak genelleştirilebilir olmaktansa, Kuzey ülkelerindeki belirli sektörler için geçerli olduğu söylenebilir.[1] Bu tür değişimlerin kuşkusuz maddî bir temeli var, küresel güç alanında sermayenin uzun yıllardır sahip olduğu hâkim konumun da öyle. Neo-liberalizm, mevcut ekonomik ve biyosferik çöküşlerle belki de hiç olmadığı kadar teşhir olmuş durumda. Ancak, bunun sonucunda neo-liberalizmin yaşadığı meşruiyet krizi ne olursa olsun, bu hegemonik ideolojinin hayata geçirmek ve haklı çıkarmak üzere şekillendirildiği sosyal süreçler tüm hızıyla ilerlemekte; politika ve devlet müdahaleleri bağlamında, emeğe karşı yürütülen bu sınıf savaşı, saldırgan ve hücumcu mevzilenişini zerre terk etmiş değil. 2010’da Avrupa’da sefalet, finans kapitali korumayı ve örgütlü emek gücünün son kalıntılarını da silip süpürmeyi hedefleyen “kemer sıkma” sloganıyla ilerliyor. “Başka seçenek yok” şiarı, hâlâ günün resmî mantrası işlevini görüyor.

Sermayenin neo-liberal mevzilenişinde sergilediği bu olağanüstü kararlılığı nasıl açıklayabiliriz? Klasik güçler dengesi çerçevesi, karamsar bir bakış açısı sunuyor. Buna göre, sermayenin yıkımlarına devam edebilmesinin nedeni, örgütlü bir karşı-güç olarak emeğin parçalanmış ve un ufak edilmiş olması. Örgütlülüğün dağılmasının nedenleri tartışılabilir. Acaba bu gelişme sermayenin aşırı güç kazanmasının sonucunda emekçilerin uğradığı kesin ve ağır yenilgilere ve emekçi sınıfın asimile ve nötralize edilmesine mi bağlıdır? Yoksa toplumsal üretimin örgütlenmesindeki köklü değişikliklere, seçici direniş ve göç yoluyla emeğin bizzat dahil olduğu değişikliklere mi? Ama ne yazık ki, işgücünün sermaye karşısındaki zayıflığının gerçek ve süregelen bedelleri acımasızca ışığa çıktıkça, bu ikincisinin de gitgide bir tür yenilgi olduğu görülüyor.

Peki öyleyse Benjamin ve Adorno’ya, çıkmazın melankolisine mi döneceğiz? Eski usûl olduğuna kuşku yok, ama bir ölçek Frankfurt kötümserliği ahmaklığa dönüşmüş bir iyimserliği kendine getirebilir. Bu, geçtiğimiz yüzyıla bakıp hâlâ ilerleme görmekte inat edebilen bir bakış. Frankfurt Okulu’na dönmek konumuz açısından da verimsiz olmayabilir, çünkü yaratıcı endüstriler söylemi Adorno’nun eleştirel bir kategori olarak öne sürdüğü “kültür endüstrisi” kavramının nötr bir hale getirilerek temellük edilmesine dayanıyor. Bu kategorinin, öznellik sorunsalını gündeme getirdiği muhakkaktır. Ama nesnel gerçekliğin başat eğilimlerine de büyük ağırlık verir. Yaratıcı endüstrilerin göklere çıkarılmasına yönelik eleştirel tepkilerde bile bazen göz ardı edilen, işte bu ikinci unsurdur. 1950’li ve 1960’lı yıllar ilerledikçe, Adorno, “yönetim ve “entegrasyon” olgularını geç kapitalizmin belirleyici içkin eğilimleri olarak görmeye başladı. Her iki olgu da, göstereceğimiz üzere, terör kategorisine ayrılmaz biçimde bağlıdır – bugün hayata egemen olan küresel sosyal sürece dair tatmin edici her açıklamanın parçası olmak zorunda olan bir kategoridir bu.

 

Kültür Endüstrisi Tezinin Dayanakları

Kültür endüstri hakkındaki tartışmalar tipik biçimde Horkheimer ve Adorno’nun Aydınlanmanın Diyalektiği[2] adlı eserlerindeki ünlü bölümle başlar. Bu bölümde, “kültür”ü kuşatan eğilim ve süreçlerin, yani “kültürel süreçleri karşıtına dönüştüren eğilimlerin”, “Aydınlanma’nın dur durak bilmeyen özyıkım” sürecini planlayan “felsefî fragmanlar”da kayıtlı olduğu gösterilir: Aydınlanma, toplumun intihar ettirdiği rüya. İnsanın ona hükmeden bir “doğa”dan kurtuluşu, insanın insan üzerindeki sınıfsal tahakkümüne dönüştürülmüş ve bu diyalektik, geç kapitalizm sürecinde toplumsal bütünün ağları sıkılaştıkça felaket ve soykırım dalgalarına yol açmıştır. Kültürel metaların kitlesel tüketim için rasyonelleştirilmiş üretimi, kültürün olumlayıcı ideolojik işlevlerini bir kısır döngüde pekiştirir. Eleştirel özerklik alanlarına el konmaya ve eleştirel yetiler körelmeye başlar, en zayıf direniş kanalları olarak geriye sadece uyumluluk ve tevekkül kalır. Boş zamanın ele geçirilip sürekli işgal altında olmasıyla, sömürüye dayalı mevcut toplumsal koşullar durmadan kendi reklamını yapar. Adorno’nun söz konusu bölümün devamında koyduğu üzere kitle kültürü, “kendi simgelerini yayarak dikkat çeken bir simgeler sistemi” halini alır. Kültür endüstrisi, etkileyici biçimde çeşitlenmiş ve dolaysız sansürden görünürde bağımsız olan, ancak yine de birörneklik doğrultusunda güçlü bir eğilim sergileyen kültür “malları”nın hâkim mantığını ifade eder. Bu kavram altında kültür malları, küresel toplumsal sürecin mantığını, Adorno’nun 1951’de çok yerinde bir tanımlamayla “hep aynı olanın durmadan değişen üretimi” şeklinde tanımladığı ısrarlı hâkimiyeti yansıtır.

“Kültür Endüstrisine Genel Bir Bakış”[3] başlıklı makalesinde ise Adorno, Horkheimer’la kendisinin neden “kültür endüstrisi” terimini seçtiklerini anlatırken, niyetlerinin sadece, en azından yarı özerk olan bir geleneğin paradoksal biçimde kendi karşıtıyla birleşmesini ifade etmek olmadığını hatırlatır. Aynı zamanda, sahici bir halk kültürü imasıyla birlikte, “kitle kültürü” kavramını eleştirmeyi de amaçlamışlardır: “Müşteri, kültür endüstrisinin inandırmak istediği gibi, kral değildir; kültür endüstrisinin öznesi değil, nesnesidir.”[4] Adorno, işlemekte olan eğilimi yeniden doğrulamakta tereddüt etmez. Metalaştırılmış kültürün “az çok planlı bir biçimde” üretilmesi ve tüketilmesi, konformist bilinç üretme eğilimindedir ve sonuç olarak “adeta boşluk bırakmayacak bir sistem” işlevi görür: Bunu mümkün kılan şey “bugünkü teknik olanaklar kadar, ekonomi ve yönetimin yoğunlaşması”dır.[5]

Dolayısıyla bugün kültürel alanın şu veya bu yönünü işaret edip 1940’lardan verilen örneklerin ne kadar eskidiğini ya da geçersizleştiğini söylemek, kültür endüstrisi tezini reddetmek anlamına gelmez. Bugünün yaratıcı endüstrilerinde mikro-işletmeler norm haline gelmiş olabilir, ama şayet bizatihi varlıklarını teknolojiye ve “ekonomi ve yönetimin yoğunlaşması”na borçlularsa, bunun pek bir anlamı yoktur. İnternet sanki özgürlükmüş gibi geliyor, ama Google ve Verizon hâlâ kafa kafaya verip ağın tarafsızlığı ilkesini nasıl ortadan kaldıracaklarına karar verebiliyorlar.[6] Bu üst mantığı yerinden etmedikleri sürece, yerel olsun olmasın, karşıt eğilimleri işaret etmenin de yararı olmayacaktır; zaman içinde, her tikel durumda olmasa da genelde, hâkim konumunu koruduğu müddetçe zafer hâkim eğilimin olur.

Bu iddianın reddedilebilmesi için, genel akışın ya da eğilimin geçerliliğini yitirdiğini ya da hiçbir zaman geçerli olmadığını göstermek gerekir. Mesele manipülasyondur: Bilincin sınırlandırılması, yoksullaştırılması ve ayartılması. İçinden özerk öznelerin doğabileceği ve eleştirel direniş pratiklerinin gerçek sonuçlar yaratabileceği alanlar, boşluklar hâlâ kapalı mı? Yoksa bu özerklik alanları, bazılarının ileri sürdüğü gibi, eğilimin tersine döndüğünü göstererek genişlemekte mi? Peki ya özerk özneler nasıl oluşur? Oluşumları hangi koşullarda gerçekleşir, ve şayet bir kültürel alandaki “aktörler” olarak niteleneceklerse, fiilen hangi eylem özgürlüğüne sahiptirler?

Kuşkusuz bu noktada kültür endüstrisi tezi, 1968’in ardından akademi dünyasında iyice yerleşmiş olan teorik yönelimlerle çatışır. Kültürel çalışmalar adı altındaki yeni melez disiplin, Frankfurt kötümserliğini reddederek manipülasyon tezini hedef alıyor. Ezilen sınıflar edilgin birer manipülasyon nesnesi değil, diye itiraz ediliyor; tüketici konumundayken bile denetime ve sömürüye direnişlerini ifade etme yollarını buluyorlar, deniyor. Bir açıdan, Edward Thompson, Raymond Williams ve Stuart Hall gibi yazarlar, hâkim kültür formları içinde bile popüler direniş kültürlerinin varlığını Marksist bir çerçevede ısrarla savundular. Farklı bir çizgiden giden Michel Foucault, Gilles Deleuze ile Félix Guattari, ve Michel de Certeau ise, manipülasyon sorununun etrafından dolaşmak için, Marksist toplumsal iktidar kavramını reddeden yeni referans noktaları oldular; bu yaklaşımda, belirli iktidar ilişkilerinin oluşturduğu özneleştirme [subjectivation] biçimleri ya da tarzları, makro ölçekli sömürü ve doğrudan baskı yapıları karşısında öncelik kazanır.

Verilen bu karşılıklar ve yeniden kavramlaştırmalar, acaba Adorno’nun özneleşme ve hâkim nesnel eğilim diyalektiğiyle gerçekten ne ölçüde yüzleşebiliyor? Bu soruyu yanıtlarken karikatürlerden ve sahte karşı-savlardan sakınmamız gerekiyor. Bazı formülasyonlardaki retorik abartma ne olursa olsun, Adorno kitle kültürü tüketicilerinin, ilelebet şeyleşmeye mahkûm edilgin köleler olduklarını iddia etmez. Eleştirel özerklik için gereken boşlukların ve açıklıkların var olduğunu kabul etmeye özen gösterir. Onun iddiası şudur: Hâkim süreç bu tür boşlukları sistemli biçimde daraltmaktadır ve daralma hayli ilerlemiştir; gerçekten ortaya çıkan eleştirel ve özerk özneler ise, giderek, hâkim eğilimi değiştirebilecek ya da onun kökten ötesine geçebilecek her türlü pratikten uzaklaştırılmaktadır. Bu anlamda, sistem “bütünselleştirici”dir.

Gelgelelim, bütünselleştirici, bütünselleşmiş anlamına gelmez, gelemez; yani, her boşluğu kapatarak eleştirel öznelerin ortaya çıkmasını kalıcı biçimde engelleyen tam ve eksiksiz bir bütünselleşme gerçekleşemez. Bu, Adorno’nun “negatif diyalektiğinin” ve Hegel eleştirisinin temel unsurlarından biridir. Sosyal sistemler kapanma eğilimi gösterir, ama kapanmayı ancak kırıma dayalı entegrasyonlar ve kapsamalar gibi nihaî çözümlerle gerçekleştirebilirler; nihaî ve kalıcı küresel kapanma, aynı zamanda, harekete geçirmeye, seferber etmeye ve denetlemeye ihtiyaç duyduğu özneler olmadan varlığını sürdüremeyecek sistemin kendisinin koşullarını da ortadan kaldırır. Geç kapitalizmin toptan yıkıcılığı, teknolojik güç ve “Kitle İmha Silahları”yla birlikte Aydınlanma’nın lafzî intiharının ilk kez gerçek bir tarihsel ihtimal haline gelmesinde yatar; işte terörün sahneye çıkmak zorunda olduğu ve yazının ilerleyen kısımlarında ortaya çıkacağı yer burasıdır.

Ancak, özneleşme konusundaki mesele, zincirlerin varlığı’dır – öznenin özerkliğini engelleyen ve sahip olduğu özerkliği kullanırken elini kolunu bağlayan nesnel sınırlamalar mevcuttur. İnsanlar neden zincirlerini kendileri seçiyorlar (veya, neden hegemonik kültüre onay veriyorlar) diye sormak, bu problemi tüm yönleriyle ortaya koymak için yeterli değil. Bazılarının böyle davranmasının altında ekonomik bir hesap ya da belirli bir korku, veya daha bilinçdışı baskılamalardan duyulan telafi edici keyif yatıyor olabilir. Ancak, kültür endüstrisi tezi, bahsini çok daha yüksekten oynar: nesnel eğilimin, çok gerilere, öznelerin oluşum süreçlerine kadar uzandığını iddia eder. Bu noktada artık, zincirlerine evet ya da hayır deme imkânının farkında bile olmayan, “önceden oluşmuş” özneler ortaya çıkmaya başlar.

O halde, özneleşme tarzları ve süreçleri uygun bir odak noktasıdır, çünkü söz konusu olan şey tam da özneleşmenin biçimleri ve nitelikleridir. Ancak, bizatihi bu tarzlar ve süreçler de, kaçınılması veya savuşturulması imkânsız yollarla biçimlendirilir ve sınırlanır. Özne-merkezli yaklaşımlar, özneleştirme tarzlarına müdahale imkânı bulunduğu varsayımına dayanır. Bu, dayatılan ya da sunulan bir öznellik biçimini reddedebilmek –mesela, belirli bir iktidar ve tahakküm ilişkisinden çekilmek– için gereken özgürlük ve özerkliğin var olduğuna işaret eder. İyi ama, mevcut özneler ne ölçüde özgürdür? Nesnel etkenler ve güçler ne olursa olsun, istediklerini yapabilen, kaderlerinin efendisi olan kişiler midir? Bu çok zor görünüyor, ve eğer öyle değillerse, Adorno’nun iddiasının yanıtlandığını ya da çürütüldüğünü düşünmek için hiçbir nedenimiz yok.

Bazı post-yapısalcılar, özneleştirme riskine, nesnelliğin boyunduruğunu –egemen yapıları, koşulların ve eğilimlerin dayattığı kısıtlamaları– tek yanlı biçimde önemsizleştirerek yaklaşırlar. Öznelerin kendilerini boyunduruk altına alan her türlü iktidar ilişkisini reddedebilecekleri ya da bu tür ilişkilere tekabül eden ezilen öznellik biçimleriyle bağlarını istedikleri zaman koparabilecekleri varsayımında, örtük bir iradecilik vardır. (Özneler bunları başarabilselerdi, her şey farklı olurdu.) Adorno’nun bu tür iradeciliğe karşı çıktığı açıktır. Ne var ki, onun savlarının, bir tür mutlaklaştırılmış edilginliğe ve köleliğe vardığını iddia etmek de, gerçek tavrını saptırmak olur. Adorno için eleştirel özerklik, özgürleşmenin zorunlu öznel taşıyıcısıdır. Eleştirel öznelerin ortaya çıkması hâlâ mümkündür, ama bu ancak, kültür endüstrisinin ideolojik aracısı olduğu süreçlere ve hâkim eğilimlere karşı zorlu bir zihinsel çalışmayla, kendini özgürleştirme yoluyla gerçekleştirilebilir. Böyle bir ihtimal ise giderek azalmaktadır – eleştirel yetilerin sistemli olarak hücuma uğradığı, tahrip edildiği, baltalandığı ve baskılandığı düşünülürse. Fakat bu, muhtemel olmasa da, hâlâ mümkündür: Adorno da bu imkânın dışarda bırakılmamasında ısrarlıdır. Bireysel özneler kendi çabalarıyla büyüyü bozabilir ve sosyal görünüşlerin yarattığı serabın iç yüzünü görebilirler. Özerkliğin koşulları nesnel olarak zayıflarken, öznel koşulu hâlâ, öznenin kendi özgürleşme arzusudur.

 

Göreli Özerklik, Direniş ve Mücadele

Kültür endüstrisi tezindeki sorun şudur: Toplumsal güçlere ve eğilimlere ilişkin ölçülü ve temelde doğru bir öngörüyü yansıtsa da, uyandırdığı kötümserliğin felç edici hale gelme tehlikesi var. Bu tez bize, direnen özneler ve pratik direniş için neden giderek daha az alan kaldığını anlatır, ama bu konuda ne yapılabileceğinden söz etmez. Sağlam durmamız ve eleştirel özerklik namına ne kaldıysa onu bulmaya çalışmamız telkin edilir, ama aynı zamanda bunun statükoyu değiştirme ya da dönüştürme olasılığının bulunmadığı da hatırlatılır. Eleştirel kuramın tek yaptığı, mevcut çifte boyunduruğu [double-bind] yansıtmaktan ibaretse, o zaman o da tevekkülü besliyor ve eleştirmek istediği nesnel eğilime katkıda bulunuyor demektir.

Kuramsal çıkmazdan kurtulmanın bir yolu, özerklik kavramını –tabii ‘yaratıcı endüstriler’ söylemlerinde geri dönen gizemleştirilmiş biçimini değil– zorlayarak, gerçekten bize ait olan potansiyeli ortaya çıkarmaktır. Katıksız özerkliğin bir efsane olduğu konusunda hemfikir olabiliriz. “Özerklik” kavramını “göreli özerklik” olarak okumamız gerekir. Kültür endüstrisi sanatsal özerkliği saptırır ve onu yutmaya yönelir, ama bunu asla bütünüyle yapamaz. Göreli biçimde özerk olan sanat, kendi kriterlerine ve kendi formlarının tarihsel mantıklarına bağlı kalarak varlığını sürdürür ve var oldukça, kültür mallarının planlı üretiminden farklı olmaya devam eder. Böyle bir sanat sosyal suçu paylaşır ve daima, reddetmeye çalıştığı hâkim sosyal mantıkların açtığı yaraları taşır. Yine de, tam da farklı kalma girişimleri sayesinde, göreli bir özerkliği harekete geçirir ve bir direnme gücünü hayata geçirir. Buna karşılık kültür endüstrisi daha az göreli özerkliğe sahiptir; burada sermaye kontrol gücünü çok daha doğrudan kullanır. Ancak, kültür endüstrisinde bile, el konacak ve harekete geçirilecek bir nebze göreli özerklik bulunur. Adorno bile “Kültür Endüstrisine Genel Bir Bakış” makalesinde yer alan tekil üretim biçimleri tartışmasında bunu teslim eder. Bazı kültür malları endüstriyel diye nitelenecek teknik yöntemlerle üretilse bile, “kültür endüstrisinde etkinlik gösteren sanatçılar ile bu endüstriyi kontrol edenler arasında sürekli bir çekişme vardır”.

Mutlak özerklik büyük bir yanılsamadır. Ama onun karşıtı da öyledir. Özerklik yoksunluğu köleliktir. Özerklikten tam ve mutlak yoksunluk, yani potansiyel özerkliğin bile yok edilmesi ise mutlak, bütünselleştirilmiş kölelik olur. O halde göreli özerklik, hem direnmenin koşuludur, hem de çoğu zaman yürürlükte olan koşuldur. Yer, konum ve konjonktür özellikleri açısından değişen ise, göreli özerkliğin kapsamı ve türüdür. Bu kabul edilince, olası direnme pratikleri için yeniden bir odak noktası elde ederiz. Artık şunu görebiliriz ki, kültür endüstrisi hâkim bir mantığa göre işliyor olsa da, bu mantığın işlemleri direnme olasılıklarının hepsini dışlayamaz. Kültür endüstrisi tam anlamıyla yekpare bir yapı değildir – kapitalist devlet de öyle. O da her türlü hiyerarşik sisteme musallat olan gerilimlerin ve çatışmaların yarattığı çatlaklarla doludur; o da sosyal güç alanını, Nicos Poulantzas’ın diyeceği gibi sınıf mücadelesinde yer alan güçlerin “billurlaşması” şeklinde, dolayımlar ve yoğunlaştırır.

Böyle bir odaklanma, mevzi savaşını yeniden ufkumuza dahil eder ve hegemonya mücadelesini yeniden devreye sokar. Bu, sistemin tam kapanmasının imkânsız olduğu konusundaki uyarılarını hatırlarsak, Frankfurt Okulu’nun değerlendirmeleriyle uyumludur. Ve direniş pratikleri ile radikal amaçlar arasındaki bağlantıyı yeniden ortaya koymakla, Frankfurt kötümserliğinin ötesine geçer – naif bir iradeciliğe kapılmadan, ya da endişe etmeye hiç gerek yokmuş havasına bürünmeden. Öznel özgürleşme projesinin başarısı, nesnel bütünün, genel sürecin özgürleştirici biçimde dönüştürülmesine bağlıdır. Bu amaca ulaşılmasında, gücünü yitirmiş eleştirel öznelerin örgütsüz birliği kuşkusuz yetersiz kalır. Hatta göreli özerklik alanlarında bile, bireysel veya hücresel mikro-direniş, güçler dengesinde bir yer edinmesini sağlayacak politik bir güç olarak örgütlenemezse sadece sembolik olarak kalır. Direnişin şimdilerde yaşadığı zayıflama karşısında yapılması gereken, pratik ittifaklar ve stratejik cepheler yaratmak yoluyla mücadeleleri yeniden oluşturmak, yeniden örgütlemek ve birbirleriyle kenetlemektir. Doğrusu bunları söylemek yapmaktan daha kolay, ama somut amaçlar strateji arayışlarını teşvik edip hızlandırır. Kötümserlik için haklı gerekçeler bulunabilir, ama onun elimizi kolumuzu bağlamasına izin vermemeli: kültür endüstrisi içinde bile her zaman yapılabilecek bir şeyler vardır.

 

Terör, Kültür ve Yönetim

Adorno’ya göre “entegrasyon” ve “yönetim” geç kapitalist küresel sürecin birbiriyle bağlantılı iki eğiliminin adlarıdır. Entegrasyon özdeşliğin, aynılığın ve tikellerin yutulmasının mantığıdır ve Adorno, felsefî pozitivizm ve ampirik sosyolojiden astroloji sütunlarına ve Walt Disney çizgi filmlerine kadar çeşitli toplumsal olgularda ve kültürel görünüm-formlarında bu mantığın işleyişini araştırmıştır. Yönetim, veya uzmanlaşmış kurumlarda yoğunlaşmış tekno-güç, kemikleşmiş ve genişlemekte olan bürokrasilerin araçsal mantığı olarak katılaşmış durumdadır. Toplumsal özneler de entegrasyon ve yönetim süreçlerinden paylarını alır; hatta, bu süreçler olası öznellik biçimlerinin koşullarına kadar iner ve onları şekillendirir.

Özneler tarafından yaratılan ve sadece onlar tarafından dönüştürülebilir olan nesnel eğilim, her şeye karşın, özneleştirme biçimlerini ve tarzlarını sınırlar: işte sürekli felaket yaratan, tam da bu diyalektiktir. Daha önce de belirtildiği üzere, bu eğilimler fiilî öznelerin fiziken indirgenmesinden ve yok edilmesinden geri durmaz. “Soykırım mutlak entegrasyondur,” der Adorno. O halde soykırım, hukukun üstünlüğü ilkesinden ve insan hakları normlarından bir sapma olarak geçiştirilemez, çünkü küresel sürecin içkin akışının parçasıdır. Auschwitz ve Hiroşima örneklerinden sonra, nihaî entegrasyonun (aynı zamanda tüm hayatı ve tüm sistemlerin var olma koşullarını da yok edecek olan sistemsel mantığın küresel sonunun) nesnel açıdan mümkün olduğu bir toplumsal dünyada yaşıyor olmalıyız. İlerleme mitinin sonu.

Dolayısıyla terör ve geç kapitalizm el ele yürüyor. Uyumluluğun ve piyasanın baskısı olarak başlayan şey (bugün prekarite terörü ve kemer sıkma politikalarının yarattığı sefalet), imha mantığına yönelmiş bulunuyor. Bir kültürel birörneklik sisteminin beslediği uyumluluk ve tevekkül, giderek kendini açan bir üst mantığın dolayımlamaları aracılığıyla, radikal mücadelelerin yenilgilerine ve kapitalist savaş makinelerinin zaferlerine bağlanıyor. Bugün yeniden dirilen devlet terörü, “teröre karşı savaş” şiarıyla kendini maskeliyor.

Yaratıcı endüstrileri göklere çıkaran, sözde bohemlerin yüzlerindeki sırıtışlarla onaylanan söylemler de, aslında son derece tehlikeli kültürel eğilimleri maskelemektedir. Hiroşima, hâkim devletlerin yönetimi altında bilimin ve savaş makinesinin birleşme eğilimini çoktan kanıtladı. Bugün, korku politikaları ve gündelik hayatın artan militarizasyonuyla gördüğümüz, savaş makinesi ile kültür endüstrisinin evliliğidir. Devlet terörünün konuşlanmalarına her adımda imaj ve tasarım makineleri eşlik ediyor; bunlar, asla sona ermeyen savaşları, onları büyük birer keyif kaynağına dönüştürmek suretiyle pazarlıyor. Bu makineleri işletenlerin bizzat kültür endüstrisinden devşirilmiş “yaratıcılar” olmaları, giderek daha sık rastlanan bir durum. Büyük paraların döndüğü savaş oyunları dünyası –Pentagon’un finanse ettiği America’s Army ve ticarî rakibi Modern Warfare 2’nun hâkimiyetindeki dünya– bunun bir örneğini teşkil ediyor. Şimdi Ulusal Güvenlik için çalışan, hüküm giymiş eski hacker Adrian Lamo’nun kariyeri ise bir başka örnek: 2010’da Lamo, ABD ordusundan Er Bradley Manning’i, Irak’taki ABD kuvvetlerinin 2007’de sivilleri katletmesini kınayan bir videoyu kamuya sızdırdığı gerekçesiyle ihbar etmişti.[7]

Hâkim bir küresel sürecin nesnelliğine gereken ağırlığı vermeyen özneleşme kuramlarında, iradeciliğe kayma tehlikesi vardır. Bunu yapanların, Adorno’nun işaret ettiği eğilimlerle yüzleşmeleri ve uğraşmaları gerekiyor. Stratejik direniş, kendi fiilî etkinliğinin önkoşullarını ölçüp biçmekle başlar. Ne yazık ki Aydınlanmanın Diyalektiği yayınlandığından beri yaşanan gelişmeler, oradaki iddiaları geçersizleştirmiş değil. Ama her ne kadar tarihimizi canımızın istediği gibi, miras aldığımız sınırlamaları göz ardı ederek yazamıyorsak da, Benjamin ile Gramsci’nin yeni terörün şafağında tavsiye ettikleri gibi, kötümserliğimizi her zaman örgütlenerek ve onu hedef alarak dönüştürebiliriz. 

 

"Culture Industry and the Administration of Terror" başlıklı metinden kısaltılarak çevrilmiştir, Critique of Creativity: Precarity, Subjectivity and the Resistance in the 'Creative Industries içinde (Londra: MayFly Books) s. 167-183. Metnin tamamı, önümüzdeki günlerde İletişim Yayınları sanat-hayat dizisinden yayınlanacak "Sanat, Emek, Prekarite" başlıklı derlemede yer alacaktır.



[1] Artık biliyoruz ki Çin ve Hindistan’daki “yeni kapanma” süreçleri fiilen dünya sanayi proletaryasının boyutlarında muazzam bir artışla sonuçlandı. Metanın bu yeni “doğrudan üreticileri”, Fordist ve Fordizm öncesi (hatta 19. yüzyıla ait) düzenleme ve disiplin biçimi unsurlarını birleştiren fabrikalarda ve merdivenaltı atölyelerde çalışıyorlar. Bu yeni ideal-tip işçinin, ailesinden ve toplumsal çevresinden ilk defa kopan ve kazancının büyük kısmını evine gönderen genç veya yeniyetme bir kadın olduğu açık. İş sahasında konuştukları ya da çalışma saatleri dışında karşı cinsle sosyalleştikleri için ücret kesintisine maruz kalabilen bu savunmasız işçilerin post-Fordist usta modeline uymadıkları ortada. Dahası, istihdam koşulları hat safhada güvencesiz; temsil hakkından ve Fordist güvencelerden büyük ölçüde mahrumlar ve istendiği zaman işten atılabilirler. David Redmon’ın 2005 Mardi Gras: Made in China adlı fimi, yeni fabrikanın tüyler ürpertici bir manzarasını sunuyor.

[2] Adorno ve Horkheimer, Aydınlanmanın Diyalektiği, çev. Elif Öztarhan, Nihat Ülner (İstanbul: Kabalcı, 2010).

[3] Adorno, “Kültür Endüstrisine Genel Bir Bakış”, Kültür Endüstrisi/Kültür Yönetimi içinde, çev. Nihat Ülner, Mustafa Tüzel, Elçin Gen (İstanbul: İletişim, sanathayat dizisi, 5. Baskı 2009) s. 109.

[4] A.g.e, s. 110.

[5] A.g.e, s. 109, 110.

[6] Ağustos 2010’da dev şirketler Verizon Communications ve Google internetin düzenlenmesi konusunda yasa yapıcılara yönelik ayrıntılı öneriler yayınladılar. Bu öneriler arasında, sözümona ağ tarafsızlığını koruma amacı taşıyan önlemler yer alıyordu: yani, internet sunucularının ve hükümetlerin, belirli kullanıcıları ve içerikleri kayıracak, böylece dolaylı sansür biçimlerini devreye sokacak şekilde, erişim ve hizmet yapılarını dönüştürmemeleri ilkesi. Önerileri eleştirenler, Verizon-Google önerilerinin gerçekte iki katmanlı veya sınıf-güdümlü bir internet erişimi yaratacak koşulları hayata geçireceğini savundular: şirket içeriği sağlayıcıları için yüksek hızda bağlantı ve erişim, diğer içerik sağlayıcılar içinse düşük hızda erişim. Analiz ve değerlendirmeler için bkz. Electronic Frontier Foundation, 2010.

[7] Video, Wikileaks’te çevrimiçi olarak yayınlanmıştı:

http://wikileaks.org/wiki/Collateral_Murder,_5_Apr_2010. Ayrıca bkz. Greenwald, 2010.              

 

sanat ve emek