Sanat Eğitiminde Piyasalaşma: Ustalaşmanın ve Hayal Gücünün Sonu

 

Fransız kültür sosyoloğu Pierre Bourdieu’nün meşhur bir vecizesi vardır: ampirik veri olmadan teori boş, teorik kavrayış olmadan ampirik araştırma kördür.[1] Bu söz sanat pratiği için de geçerli olabilir. Yaratıcı bir çalışma yürüten ama bunu tarihsel ve kavramsal yöntem bilgisi olmadan yapan biri, kayda değer bir virtüözlük seviyesine ulaşabilir, fakat yaptığının gerçekten sanat olup olmadığını bilemeyecektir, çünkü moderniteden beri kendi yaptığı iş üzerine düşünmek, yani özdüşünümsellik, bir sanat eseri ortaya koymanın zorunlu koşulu olmuştur. Günümüzde her sanat eserinin yerine getirmesi beklenen özgünlük, hatta yerleşmiş normları ihlal etme şartı, sadece çalışılan disiplinin tarihi ve teorisi hakkında sıkı bilgi sahibi olmayı değil, bu bilgiyi özümseyip çalışmalarına yedirmeyi de gerektiriyor. Sanatçıyı teorisyenden ayıran, tam da özümsenip çalışmaya yedirilmiş bu bilgidir – diğer deyişle, praksis. Fakat bugün, teori ile pratik arasındaki ilişkide vahim kopukluklar yaşanıyor, buna bağlı olarak da sanatçının nefes alıp vereceği yaşam-alanı [biotope] kendi içindeki dengeyi kaybediyor.

Belçikalı eğitimbilimciler Jan Masschelein ve Maarten Simons, Küresel Bağışıklık başlıklı kitaplarında Bologna sürecinden[2] sonra Avrupa eğitim sisteminde yaşanan değişimleri büyük bir açıklıkla analiz ediyorlar. Eğitim programlarının rekabet içindeki işletmeler gibi yapılanmasına, öğrencilerin giderek bağımsız birer girişimci muamelesi görmesine sebep olan süreçleri ortaya koyuyorlar. Öğrenciler ile öğretmenler arasındaki toplumsal ilişkiler, koşulları sözleşme maddeleriyle belirlenen bir mübadele ve hizmet ilişkisine dönüşmüş durumda. Dahası, piyasada birbiriyle rekabet eden eğitim programları da bu ortama uyum sağlayacak şekilde hazırlanıyor. Rekabeti temel alan böyle bir yaklaşım, sürekli tetikte olmayı ve her an değişiklik yapmaya hazır olmayı gerektiriyor. Devamlı kurumsal yeniden yapılanmalara gidiliyor, öğrencilerle öğretmenlerin de değişen koşullara uyum sağlamak ve emek piyasasında işe yarar olmak için kendilerini baştan yaratmaları bekleniyor, çünkü tek mesele hayatta kalabilmek. Masschelein ve Simmons bu olguyu “yaşamlarımızın sermayeleştirilmesi” diye adlandırıyorlar:

           

Hayatta kalmak, piyasa koşulları altında her tür değişikliğe açık, sürekli fırsat kovalamakla geçen, insan sermayesine yatırım yapmanın –üstelik bunu herkesten önce yapmanın– gerektiği bir hayat sürmek anlamına geliyor. Hayatta kalmak (var olma hakkı), hiç dinmeyen bir endişe, ve bu koşullar altında benimsenebilecek tek bir tutum var: yapıp ettiğiniz her şeyin, “yaratıcılık göstererek yeni bileşimler oluşturma”ya yönelik olması. Bilgiyi ve becerileri bir sermaye biçimi haline getiren bu tutum, yok olmayı engelleyecek tek olasılık. Ne de olsa, savaşa girmeye hazır olmayan, baştan yenilmiş demektir, öyle değil mi?[3]

 

Sanat eğitiminde sanatsal ve kültürel girişimcilik yaklaşımının benimsenmesi, ve yetenek avı ajanslarının fiilen eğitim kurumları içine yerleşmesi, Masschelein ve Simmons’ın analizlerini doğruluyor. Eğitim alanı, aynı işi yapanların biraraya geldiği komünal bir alan olmaktan çıkıp piyasa şekline bürünüyor. Günümüzde bütün sanat eğitimi programlarının, serbest rekabet ilkesi doğrultusunda piyasada kendilerini rakiplerinden ayırt etmelerini sağlayacak bir “misyon bildirisi” var; bu “misyon” beyanı, hedeflenen belli bir ideali veya meslekî ilkeyi ortaya koymuyor, tek varlık gerekçesi, diğer eğitim işletmeleri karşısında okulun kurumsal profilini çizebilmek. Üstelik bu profil, piyasada esen rüzgârlara ve yeni trendlere göre değişiyor, halbuki meslekî (pedagojik) ilkeler ömürlüktür.

 

Yale Üniversitesi sanat okulu misyon bildirisi, üniversitenin web sitesinden alınmış ekran resmi

 

Okan Üniversitesi Sanat ve Kültür Yönetimi Bölümü 'tanıtım' sayfasından, ekran resmi detay

 

Bu piyasa işleyişinin, okullarda teori ile pratik ilişkisini etkileyen bir boyutu var. Öğrencilerin hocalarla geçireceği saatlerin bir sınırı olmak zorunda, onun için de teorik derslerin yanı sıra uygulama saatleri de yönetim ve pazarlama toplantıları lehine rahatlıkla gözden çıkarılabiliyor. Bazı ajanslar, meslekî uygulama alanıyla yakın ilişki içinde olduklarından, öğrencileri daha eğitimleri tamamlanmadan piyasaya yönlendiriyor, bu da onları sorular sormak, düşünmek, zor meselelerle derinlemesine uğraşmak için ihtiyaçları olan alandan  mahrum bırakıyor. Ayrıca, daha genç ve daha ucuza çalışan yeteneklerin –düşük ücretli asistanlar da dahil– kıdemli meslektaşlarını işinden etmelerine yol açan bu suni işleyiş, emek piyasasını zorluyor. Eğitim alanının gerek içinde gerek dışında, yaratıcı işçiler bir projeden diğerine koşmakla meşgul. Fakat, Richard Sennett’ın tabiriyle yeni kapitalizmin bu telaşı, geleneksel bir yöntemi veya zanaatı tam anlamıyla öğrenmek için zaman bırakmıyor:

 

insanların, çalışma hayatları süresince tek bir beceriyi tam anlamıyla geliştirmek yerine, bir beceri portföyünü devreye sokmaları bekleniyor; birbirini takip eden projeler veya işler, insanın tek bir işi iyi yapabilmesi gerektiği inancını yok ediyor. Bu durumun en olumsuz sonuçları zanaatkârlıkta görülüyor, zira zanaat yavaş yavaş öğrenmeyi ve alışkanlık edinmeyi gerektirir.[4]

 

Fakat bundan da çarpıcı olanı, artan bürokratikleşme ile neoliberalizmin iç içe geçip birbirini etkilemesi, ve eğitim alanı içerisinde teori ile pratik arasındaki ilişkiyi fark ettirmeden altüst etmesi. Yeterlilik, değerlendirme, gösterge ve faaliyet ölçümleri tablo ve grafiklerle ortaya konuyor, tıpkı kredi çizelgelerinin ve dersliklerin kullanılabilir olup olmadığının bilgisayarlarla hesaplanması gibi. Eğitim modüller halinde örgütleniyor ki öğrencilere de hesap yapan, girişimde bulunan bireyler muamelesi edilebilsin. Masschelein ve Simmons’a göre, eğitimin modüller halinde örgütlenmesi sadece öğrencileri girişimci tercihler yapmaya sevk etmekle kalmıyor, bu girişimci öğrencilerin eğitim platformlarındaki hamlelerini denetlemeyi de sağlıyor.

 

Mayıs 2016'da açılan Boğaziçi Üniversitesi Girişimcilik Uygulama ve Araştırma Merkezi açılış etkinliği, http://haberler.boun.edu.tr

 

Bu sağlıklı neoliberal ruh, eğitim kurumlarındaki yan hizmetlerin –yeme-içme, güvenlik, temizlik, kitap siparişi vs. gibi– dışardan şirketlere havale edilmesinin de icabına bakıyor. Böylece okulun duvarları içindeki her şey, bir toplantı sırasında kaç sandviç yeneceğinden tutun da, kantinin hangi saatler arasında açık olursa en iyi –yani en kârlı– hizmeti vereceğine, bir ofisin kaç metrekare olacağından bir çalışma alanının kaç adet bitkiyle süsleneceğine kadar her şey, ince ince hesaplanıyor.

Yukarda, bir sanatçının nefes alıp vermesi için ihtiyaç duyduğu ideal yaşam-alanından bahsettik. Bu bağlamda, piyasa kanunları, bilhassa da piyasa etiği, işletme dersleri ve ajansları aracılığıyla eğitim alanına girmekle kalmıyor; piyasaya has hesaplama mantığı, hiç fark edilmeyecek biçimlerde, sanatçının kendini geliştireceği komünal alana ve özel alana da sızıyor. Teori ile pratiğin kaynaşması için sadece teorik konuların müfredatta düzenlenmesi yetmez, organik etkileşim de gereklidir. Böyle “doğal” bir kaynaşma, tam da okul kantini gibi enformel alanlarda, veya ders aralarında, okul sonrası mahrem saatlerde hayat bulur, çünkü sonu gelmeyen tartışmalara dalınan, öğrencilerle hocaların güvene dayalı bir yakınlık geliştirdiği, samimi bir ortamda uyarıcı fikir teatilerinde bulundukları alanlar ve anlar bunlardır. İnsan ancak bu ortamlarda, hem kendine, hem sanatına, hem de toplumla olan ilişkisine dair zor sorular üzerine kafa yorabilir. 

Yeni bürokrasi ve mikroyönetim anlayışı, araç-amaç rasyonalitesi doğrultusunda, eğitim alanındaki bu enformel boşlukları ve anları yok ediyor. Böylece, iyi sanatın da iyi zanaatın da temel koşulu olan bir şeyi yok ediyor: ölçüsüzlük.[5] Bir eser üzerinde çalışan, ya da prova yapmakta olan bir sanatçının durmaksızın çalışabilmesi gerekir. Doğru ölçüyü, ne çizelgelerle belirlenmiş çalışma saatlerinin ritmi ne de sınırlı saatteki hoca-öğrenci görüşmeleri sağlar; sanatsal praksis için gereken zaman neyse, doğru ölçü odur. İyi bir zanaatkârlık veya virtüözlük düzeyine ulaşmak ölçüye gelmez bir dikkati ve odaklanmayı gerektirir. Richard Sennett, kusursuzluğa ulaşmak için aynı şeyi durmadan, yavaş yavaş tekrarlayan zanaatkârın gerçek saplantısından bahseder. El işiyle uğraşan veya bir çalgı çalan herkesin, durmadan deneme yapmaya, “harıl harıl çalışmaya” ihtiyacı vardır, ta ki ruhunu da bedenini de teslim etme noktasına gelene dek. Ama bu “yavaş ustalaşma zamanı”, veya “yavaşlık becerisi”, tefekküre dalmak ve hayal gücünü çalıştırmak için de şarttır. Sanatın ortaya çıkması için gereken asgari koşuldur.

 

Pascal Gielen’in “Artistic Praxis and the Neoliberalization of the Educational Space” başlıklı yazısından seçilmiş pasajlar, Teaching Art in the Neoliberal Realm: Realism versus Cynicism içinde ed. Pascal Gielen ve Paul de Bruyne (Amsterdam, 2012) s. 16-31.



[1] Pierre Bourdieu, Réponses: Pour une anthropologie réflexive (Paris: Seuil, 1992); Türkçesi: Düşünümsel Bir Antropoloji İçin Cevaplar, çev. Nazlı Ökten (İstanbul: İletişim Yayınları), çeviri kullanılmadı.

[2] Türkiye’nin de 2011’den itibaren katıldığı, tüm Avrupa ülkelerinde yüksek öğrenimi standartlaştırma ve uyumlaştırma programı – ç.n.

[3] Jan Masschelein ve Maarten Simons, Globale immuniteit: Een kleine cartografie van de Europese ruimte voor onderweijs (Leuven. ACCO, 2006) s. 21.

[4] Richard Sennett, The Craftsman (Yale: Yale Uniersity Press, 2008) s. 252-267; Türkçesi: Zanaatkâr, çev. Melih Pekdemir (İstanbul: Ayrıntı Yayınları) çeviri kullanılmadı.

yaratıcı endüstriler