Samimiyetsiz, Sıradan ve Sıkıcı: İşte İçeriksiz Bienal!

30/9/2013 / skopbülten / Necmi Sönmez

Açılışının ardından aşağı yukarı iki hafta geçmesine rağmen 13. İstanbul Bienali için yazı yazmayı sürekli ertelememin nedenleri hakkında düşünüyorum. Karşımıza çıkan bu haliyle Bienal bırakalım hakkında yazı yazmayı, sanatseverin ziyaret etmesini tetikleyecek en küçük bir kıvılcım bile içermiyor. Her köşesinden samimiyetsizlik akan bu etkinlik aslında birçok açıdan “çağdaş sanat kurumlaşmasının” ülkemizde edindiği güncel konumla yakından ilgili. Bu bakımdan önemli bir “kırılma noktasını” yaşadığımızı düşünüyorum.

Türkiye’yi uluslararası çağdaş sanat haritasına yerleştiren İstanbul Bienali, hiç kuşkusuz önemli, tarihsel perspektiften incelendiğinde son derece geniş açılımlarla güncel sanat ortamımızı besleyen bir karaktere sahiptir. Aynı zamanda çağdaş sanat kurumlaşmasının ülkemizdeki ilk örneği olan bienalin günümüzde edindiği konum ilginç. Çünkü her alanda kurumsallaşmanın beraberinde getirdiği “iktidar ve erk” yapılanmaları, acil olarak atılması gereken adımlardan çok, kurulu “düzenin” devamı üzerine yoğunlaştığı için, genelde bienalin, özeldeyse 13. Bienal’in bu bağlamda değerlendirilmesi gereken bir özelliği var.

Merak edenler, Bienal’in internet sitesine girerek İstanbul Bienali çerçevesindeki “artokratların”, son yıllarda gerçekleştirdikleri operasyon ve paslaşmaları izleyebilir. Bu “ekip çalışması” şimdiye kadar ülkemizde, hiç görmediğimiz kadar yetkin, sessiz sedasız ve son derece başarıyla gerçekleştirildi. Operasyonu gerçekleştirenlerin hepsi oldukça başarılı sonuçlar alarak kendi kariyerlerinde ivme almaya devam ettiler ama sergi olarak, iş olarak ortaya konulan etkinlikler, bırakalım standart gereklilikleri, vasatın üzerine çıkamayan bir sığlıkla gündemi belirdiler. Kişisel olarak sanat bağlamında demokrasi olmayacağına inananlardanım, ama sonuçta “ilişki kurma ve geliştirme” beceresinin yanı sıra gerçekten çalışarak “özgün bir düşünce”, yorum ortaya çıkarma mecburiyeti olduğunu düşünüyorum. İstanbul Bienali etrafındaki oluşumlar networking konusunda inanılmaz derecede yetenekli çıktılar. Sonuçta “bizim millilerimiz” olarak nitelendirebileceğimiz bir grup, kendi aralarındaki sıraya göre ödüllendiriliyor, her birine çeşmenin başına geçme hakkı tanınıyordu. Adeta tıkır tıkır işleyen bu sistemin benzerini sanat ortamımız daha önce 1930-1960 arasında “Akademi” tecrübeleriyle yaşamıştı. Konuyu daha da derinleştirme arzusunda değilim, yıllar içinde İstanbul Bienali’nin çizgisinin ve heyecanının düşüşüne tanıklık ettik. Bu, bienalin yıpranmasına neden oldu. 13. Bienal’de ise hazcı, anlık öz-çıkar ilişkilerine göre alkış tutan güncel sanat ortamımız, bu sefer, toplumsal inisiyatif olarak beliren “Gezi Direnişi” duvarına çarptığı için farklı bir tepki gelişti. Normalde erki elinde tutanların düzeni koruma çabaları, kısacası evde yapılan hesap, bu kez “çarşıda” bozuldu! Genelde bienalin, özeldeyse 13. İstanbul Bienali’nin kırılma noktasının bu açıdan son derece ilginç bir tarihsellik çerçevesinde şekillendiğini düşünüyorum.

 



“Hayalgücü Kanalları Açmak”

Demokratik haklarını savunurken, ülkemizdeki iktidar mekanizmasını da sorgulama cesaretini gösteren bir protesto anlayışı olarak “Gezi Hareketi” aslında İstanbul Bienali’nin üzerindeki uyku tulumunun yırtılması için tarihsel bir fırsattı. Fulya Erdemci “kamusal simya” olarak tanımladığı sergi tasarımını ilk kez ortaya çıkardığında, kendisinin daha önce düzenlediği sergilerde alışık olmadığımız ölçüde teorik, akademik açılımları olan bir broşür yayınladı.[1] Bu broşür “13. İstanbul Bienali’nin odak noktası siyasi bir forum olarak kamusal alan fikri olacaktır”[2] cümlesiyle başlıyordu. Hazırlanan serginin karakteristiğini ele veren önemli bilgilere dikkat ettiğimizde aşağıdaki satırları okuyorduk:

“Bienal için özel olarak üretilecek olan projelerin bir bölümü, İstanbul’u ve özellikle Tarlabaşı, Sulukule, Fener-Balat veya Başakşehir gibi bazı mahalleri örnek vaka olarak ele alarak… bu tür dönüşüm süreçleri incelenecek”[3];“Her durum için yeni bir formüle veya simyaya ihtiyaç var. Bu bienal de, bu tür deneylere alan açmayı amaçlıyor”[4]; “13. İstanbul Bienali, yeni düşünce ve hayalgücü kanalları açmayı hedefleyerek kamusal bir buluşma ve tartışma zemini harekete geçirmeyi amaçlıyor.”[5] 

Açık söylemek gerekirse bu satırlar beni heyecanlandırmıştı. Çünkü 2005 yılından beri ilk kez İstanbul’daki sanat ortamını yakından tanıyan bir sergi yapımcısı, ülkenin ve İstanbul’un gündemiyle örtüşebilecek bulgular üzerinden hareket ediyordu. Ancak bienal ön toplantılarında yaşanılan tatsızlıklar, Erdemci’nin birbiri ardına verdiği beyanatlar, sonu karakolda biten tartışmalar kısa bir süre içinde sergi yapımcısının hem yazdıkları, hem de söylediklerinin birbirini tutmadığını, giderek inandırıcılığını yitirmesinden kaynaklanan hırçınlıkla ekşidiğini ortaya koydu. Bu ekşime birçok kez nefrete dönüşüp negatif enerji verdiği için 13. İstanbul Bienali’ni takip etmeyi bırakmıştım. Ardından Berlin’deki Tanas’ın Mayıs ortasında, İstanbul Bienali’nin önbasamağı (prolog) olarak lanse edilen  “Agoraphobia” sergisini açtığını öğrendim.[6] Erdemci’nin bu sergisi, söyledikleriyle, yazdıklarıyla yüzde yüz uyuşmayan bir yapıda olduğu için, 13. İstanbul Bienali’nde karşılaşacağımız manzaranın konturları belirmeye başlamıştı. “Agoraphobia” kavram olarak Türkiye’de ilk kez Rosa Martinez’in sorumluluğundaki 5. İstanbul Bienali’nde (1997) Karanfilköy’deki halka açık alanlarda gösterilen “Kültür Projesi” çerçevesinde tartışmaya açılmıştı.[7] Erdemci’nin bizzat Martinez’le çalışmasına rağmen kaleme aldığı yazıda[8] buna gönderme yapmaması bana tuhaf gelmişti. Böylece 13. İstanbul Bienali’nin aşağı yukarı nasıl bir çerçevede gerçekleşeceğini duyumsayabiliyordum. “Hayalgücü kanalları açmayı” hedefleyen “kamusal” bir etkinliğin bir gecede “beyaz küp” olarak tanımlanan korunaklı sanatsal alanlara çekilmesi kararına hiç şaşırmadım desem yeridir. Sonuçta yaptıklarını, yazdıklarını hiç konuşulmamış gibi yok sayabilen Erdemci’nin konumu “gerçeklikten” uzaklaşmıştı. Bienalin bu önkoşullarda bırakalım kendisinden beklenenleri vermesini, formel olarak sağlam bir zeminde şekillenmesi bile mümkün değildi. Bu, konuya uzaktan ilgisi olanların bile kavrayabilecekleri bir gerçeklikti. Bienalin ertelenmesi, yeni bir ekiple tekrar çalışılması gerekirken Erdemci’nin koruyucu melekleri ona, porselen dükkânındaki bir fil gibi duyarsız hareket etmesine, saygısızlığına ve ciddiyetsizliğine rağmen ne olursa olsun adı bienal olan bir sergi yaptırmakta kararlıydılar.

 



Bienalin Sanat Ortamına Karşı Sorumlulukları

13. İstanbul Bienali bu çerçevede herhangi bir kavramsallığı, neden-sonuç ilişkisi olmadan, sadece yapılmış olması gerektiği için gerçekleştirilen bir etkinlik olarak kapılarını açtı. Durmadan başımıza kakılır gibi ücretsiz oluşunun tekrar edilmesini bir tarafa bırakalım, biçimsel açıdan sunulan etkinlik bir bienal formatından çok, birkaç bölümden oluşan karma sergi mantığına sahipti. Bu yalnızca benim fikrim değil. Saygın Alman gazetesi Süddeutsche Zeitung’un sanat eleştirmeni Catrin Lorch, “Sanat Adına Kaçırılmış Bir Şans” isimli yazısında çok gerçekçi bir değerlendirme yaparak bienalin farklı etapları olan sıradan bir grup sergisi olduğuna vurgu yapıyordu.[9] Seksen sekiz sanatçı ve sanatçı grubunun çalışmalarından oluşan serginin broşüründe Erdemci ve ekibi, tüm olanları, yaşananları yok sayarak “bienalin politik bir forum olarak kamusal alan fikrine odaklandığını”[10] söyleyebiliyordu. Gerçekler karşısında kuru iddiaların sıralandığı küçük sergi kitapçığında okuduğumuz Erdemci ve Bige Örer’e ait sunu yazılarında kantarın topuzu o kadar kaçmıştı ki, her zaman soğukkanlılığını koruyan Ali Artun bile, bu garip kumpas karşısında “Pes doğrusu” diyerek yazısını “Anne ben hıyar mıyım?”[11] sorusuyla bitiriyordu.

 

 

 

Bu bienalin samimiyetsizliği karşısında söylenecek söz bulmak zor. Daha da zor olan, Erdemci ve ekibinin yarattığı karanlık bulutlardan sıyrılarak gösterilen sanat eserlerine bakmak! Ama nasıl bozuk olan saat bile günde iki kere doğruyu gösteriyorsa, sergide ilginç çalışmalar bulmak, görmek mümkün. İzleyici olarak günün iki doğru saatini bekleyecek ilgimiz kaldı mı? Bu durum daha önce benim başıma hiç gelmemişti. Sanata ve sanatçılara olan saygıdan ötürü bir gereklilik olarak bienalin tüm bölümlerini izledikten sonra defterime aldığım notlara baktığımda, sanatçıların işlerinden çok mekânlarda karşılaştığım garipliklerin önplana çıktığını gördüm. Erdemci çalışmaları yerleştirirken bile kendisi olamamış. Geçen yıl New York’ta The Ungovernables başlığı altında gösterilen New Museum Triennial’de gördüğümüz Lutz Bacher’in küçük resimleri, tıpkı orada olduğu gibi İstanbul’da da farklı farklı mekânlara dağıtılmış. Antrepo’nun büyük salonunda adeta kurşun asker mantığıyla yan yana dizilmiş olan çalışmalar sadece can sıkıcı bir birliktelik altında duruyorlar. Bu karmaşadan sadece kapalı ve küçük alanlarda gösterilen çalışmaların kendilerini koruyabildiklerini görüyoruz. Yazıyı daha da detaylandırma eğiliminde değilim. Ama hızlı kotarılmış olmaktan kaynaklanan itiş kakışlık, bienalin, sergilediği çalışmalara garip bir korse giydirdiğini düşündürüyor. İlgilenenler, vakti olanlar elbette bu korseyi çıkarıp sanat eserlerine daha doğru bir perspektiften bakabilirler. Ama benim bu samimiyetsiz, sıradan ve sıkıcı sergilemeden aldığım en küçük bir heyecan, kıvılcım yoktu.

İstanbul Bienali’nin öncelikle İstanbul ve Türkiye sanat ortamına karşı sorumlulukları vardır. Artokratların göz kamaştırıcı çalışmalarıyla bu sorumlulukların birer birer gündemden uzaklaştırıldığına tanıklık ettik. İstanbul Bienali yerel sanat ortamının “bağımsızlık” mücadelesinde eskiden destekleyici bir konumdayken günümüzde sadece “köstekleyici” bir kimlik ediniyorsa, bu önemli değişiklik hakkında tartışmak gerektiğini düşünüyorum. Amacım kurumsal bir eleştiri yapmak değil. Sonuçta arkasında güçlü bir vakfın ve destekleyicilerin olduğu bu etkinlik, ihtiyaç duyduğunda gerekli kişi ve kurumlardan bu konuda değerlendirme alabilir. Günümüzde heyecanını yitirmiş, topallayan, sadece yapılmış olmak için yapılan bir etkinlik karşısındaysak, bunun nedenlerini ve sonuçlarını tartışmak zorundayız. Sanata ve sanatçılara alan açmak konusunda kurumsal sorumluluğu olan bienalin yeniden yapılandırılması bir gerekliliktir.

Necmi Sönmez’in  www.lebriz.com’da 27 Eylül 2013’te yayımlanan aynı başlıklı yazısı:

http://www.lebriz.com/pages/lsd.aspx?lang=TR&sectionID=17&articleID=1140




[1] Fulya Erdemci, Anne, ben barbar mıyım?, İstanbul Bienali Yayını, İstanbul 2013.

[2] A.g.e., s.1.

[3] A.g.e., s.6.

[4] A.g.e., s.10.

[5] A.g.e., s.13.

[10] 13. Istanbul Bienali yönlendirme broşürü, İstanbul 2013.

İstanbul Bienali