Sahteler ve Özgünler, Yalanlar ve Doğrular Üzerine

 

Pei-Shen Qian’ın elinden çıkmış sahte bir Jackson Pollock

 

Postmodernizm, kökensizliği/özgünlüksüzlüğü [non-originality] baş tacı eder. Bütün edebiyat eserleri başka eserlerin geri dönüşümden geçirilmiş parçalarından oluşur ve Harold Bloom’un sözleriyle “bir şiirin anlamı başka bir şiirdir”. Fakat bu metinlerarasılık doktrinini, bildiğimiz edebi etkiyle karıştırmamak gerekir. Edebi etkilenim çoğunlukla bilinçli ve münferittir, oysa postmodernizme bakarsanız, ağzınızı açtığınız anda başkalarının sözlerini alıntılıyorsunuzdur. Roland Barthes’ın ve başkalarının da dikkat çektiği gibi, “seni seviyorum” cümlesi daima bir alıntıdır; hatta, ne kadar içtenlikle söylenirse söylensin, alıntıların en bayatıdır. Romantik eğilimleri olanlar için bu durum yaşantı ile ifade arasında uğursuz bir uçurum açar; ama şayet bizi kuran şey zaten kelimelerse –yani hissettiğimin sevgi olduğunu ancak dile sahip olduğum için biliyorsam– romantik görüşün gözden geçirilmeye ihtiyacı var demektir.

Demek ki başlangıçta tekrar vardı. İmzam, ancak daha önceki çeşitlemelerinin bir kopyasıysa sahih olabilir.  Postmodernizm, taklit dendi mi kendinden geçer ama mimesise veya gerçekçi temsile zinhar karşıdır; zira kopyaların bitimsiz bir simülakr zinciri içinde yeniden ürettiği şey dünya değil, başka kopyalardır. Anlam farklılık üzerine kuruluysa, ilk kelam diye bir şey de olamaz çünkü her kelime zaten bir başkasını imler. Dilin doğumu gibi bir şeyden bahsedilebilirse, bu doğum muhakkak “bir çırpıda” gerçekleşmiş olmalıdır diye düşünür Lévi-Strauss. Her halükârda, ne zaman bir köken/başlangıç tasavvur etsek, onun da öncesine giden bir başka köken/başlangıç olduğu fikrinden kaçamayız, ki bu, Wittgenstein’ın kafasını hayli meşgul etmiştir. Sözlüğü karıştırdığımızda, her kelimenin aslında başka bir kelimenin vekili olduğu, dilimizin de baştan aşağı çalıntı ve sahte olduğu, bizim için biçilmiş değil hazır alınmış bir şey olduğu hissine kapılırız.

Metinler tercüme edilebiliyorsa, o zaman demek ki belli bir tercüme edilebilirlik veya geri dönüşüm onların kurucu parçasıdır. Keza, bir yazı parçasını edebi diye nitelememiz için, bir bağlamdan diğerine taşınmaya ve her defasında farklı yorumlanmaya, kalabalık bir sinema salonundaki “Yangın var!” haykırışından daha müsait olması gerekir. Bu anlamda edebi söylem dediğimiz şey, bu sıfatını, asla kendisiyle tam özdeş olmamaklığından alır. Fakat mesele edebiyattan daha derine iniyor: tek bir defa tezahür edebilecek bir işarete gösterge demeyiz. Dil, benden önce, Öteki’ne –aynı dili konuştuğum topluluğun tamamına– ait olmalıdır, öyle ki benliğin kendi benzersiz ifadesini bulduğu mecra, ona hep bir düzeyde kayıtsız kalan bir mecradır.

Peki o halde ilk şiiri kim yazdı? Şayet şiir belli kamusal uzlaşımlar temelinde icra edilen bir uğraşsa, o zaman bir yazı parçasının şiir olduğunun teşhis edilmesi için bu uzlaşımların çoktan yerleşmiş olması şarttır. Berbat bir şiir karalamışım ve kimselere göstermiyorum diyelim, ama karaladığım şey ilkede başkaları tarafından da şiir olarak okunabilir olmasa, ne kadar berbat olursa olsun ondan şiir diye bahsedemezdim. Kökenler ve başlangıçlar bakımından edebi ve toplumsal uzlaşımlar fizik yasalarına benzer. Evrenin başlangıcının sırrı, Kral Lear kusura bakmasın ama, hiçlikten nasıl olup da bir şeyin çıkabildiğinde yatmaz, zira kuantum alanındaki rastlantısal bir dalgalanma şişebilir bir parçacığı varlığa getirmiş olabilir; asıl sır, kuantum alanının kendisinin nereden çıktığıdır. Yoksa böyle bir soru sormak, farklı dil oyunlarını birbiriyle karıştırmaya, bir kuantum alanı için maddi bir varlığı model almaya mı denk düşer?

Demek ki şu ya da bu türden bir intihal bizim normatif halimiz; Nick Groom da The Forger’s Shadow [Sahtecinin Gölgesi] başlıklı kitabında, sahicilikte varıp varabileceğimiz en iyi noktanın kendi kendimizin parodisini yapmak olduğunu söylüyor. Groom, sahtecilik (yani, yine aldatma amacıyla yapılan, ama kopya değil özgün olan bir eser) ile kalpazanlık (yani özgün bir şeyin tıpatıp kopyasını yapıp özgün diye yutturmak) arasında ayrım yapıyor. Aslında, bu bağlamda İrlandalıların aşina olduğu bir kategoriden daha bahsedilebilir: “karşı-intihalcilik”.

19. yüzyılda İrlanda’da, William Maginn, Francis Sylvester Mahony ve James Clarence Mangan gibi bazı yazarlar, Tennyson veya Thomas Moore gibi tanınmış yazarların eserlerine ustalıkla benzettikleri edebi metinler yazıp, sonra da bunların yazarın çalıntı yaptığı kayıp bir özgün eser olduğunu iddia etmeyi alışkanlık haline getirmişti. Fraser’s Magazine dergisini kuran ve yoksul bir alkolik olarak ölen Maginn’in, İbranice, Süryanice, Sanskritçe, Baskça, Türkçe, Asurca ve Macarca bildiği rivayet edilirdi; ve bazen bu dillerde şiirler kaleme alır, böylece elinde, sevmediği bir hasmını, çalıp İngilizce’ye çevirmekle itham edebileceği sağlam malzemeler olurdu. İçki arkadaşı, yoldan çıkmış bir papaz olan Mahony ise, Fransızca halk şarkıları yazmış, Moore’un İrlanda Ezgileri’nin de bunların taklidi olduğunu iddia etmişti – bu arada Moore’a bir iltimas geçip, bazı “intihaller”inin neredeyse özgünleri kadar esaslı olduğunu söylemeyi de ihmal etmemişti. Mahony’nin iddiasına göre, Moore’un Lalla Rookh [Farsça: Lale Yanak] adlı romansı aslında Moğolca yazılmış ve ilk kez Delhi Sultanı’nın kabul salonunda okunmuştu. Gelgelelim Mahony, kendi intihal karşıtı eserlerinin de aslında intihal olduğunu, bunları Horatius’un Kasideler’inin 12. yüzyılda yaşamış bir Benedikten keşişine ait olduğunu iddia eden Fransız bir Cizvit’ten arakladığını itiraf ediyordu. Keza Maginn’in memleketlisi Laurence Sterne, Tristram Shandy’ye, kendisi de çalıntı olan intihal karşıtı zehir zemberek bir  metin eklemişti.

 

                      Thomas Moore, Chappel’in gravürü, 1873                       John Tenniel, Lalla Rookh için desen, 1861.

 

Tek kelimesini bilmediği egzotik dillerden “tercümeler” yapan İrlandalı şair James Clarence Mangan bir milliyetçiydi, ki karşı-intihalciliği pekâlâ bunun göstergesi olabilir. Zira karşı-intihalcilik, kaynak ile türev, sahici ile sahte arasındaki ilişkiyi sinsice ters çevirir; nitekim İrlanda milliyetçiliğinin derdi de, sömürgenin Britanyalı efendilerini taklit etme zorunluluğuna son verip kendi kökenlerini yaratmaktır. Zamanın geçişini ters çevirmek suretiyle ev sahibi-konuk ilişkisini ters yüz eden karşı-intihalcilik, geç kalmışlığını bir üstünlüğe çevirmeye yönelik Ödipal bir hamledir: İrlandalıların, sömürgeci efendilerinin kötü bir pastişinden ibaret oldukları ithamını bertaraf etme amacı taşır. Başkalarının eserlerini çalıp bozmakla, onların kendi gaspını teşhir edebilirsiniz. Milliyetçilik, ulusun kökenlerine döner – ilelebet tekrarlayacağı bir kökendir bu. Zamanımızda kökensizliğin/özgünlüksüzlüğün önde gelen savunucularının hepsi –Derrida, Kristeva, Foucault, Althusser, Lyotard– ya Fransız Kuzey Afrikası ya da Sovyet yönetimi altındaki Bulgaristan gibi bağımlı ülkelerde bulunmuştur, bu yüzden Gerçek Şey’in bir aldatmaca olduğunu ifşa etmeye çalışmaları tesadüf değildir.

Nick Groom’un The Forger’s Shadow kitabında öne sürdüğü kışkırtıcı iddia, sahte eserin en hakiki eser olduğudur – ki bu iddianın kendisi de, yapısökümcü kuramdan aşina olduğumuz bir hamleyi (“türev normun ölçütüdür”) tekrar etmesi bakımından, türev ile özgünün birleşiminden oluşur. Sahtecilik küçümsenecek bir şey değil, yaratıcı bir şeydir ona göre; Umberto Eco’nun, bir göstergenin yalan söylemek için kullanılabilecek herhangi bir şey olduğunu söylemesini hatırlatır bu. Sahte kavramı olmasa sahici diye bir şeyden de bahsedilemeyeceğine göre, sahte, büyük sanatın gerçek kaynağıdır. Sahteci, kanonun otoritesini pekiştirirken, aynı zamanda kanondan dışlanır; böylece Groom, postmodernizmin romantize ede ede bitiremediği o bildik kurbanlar listesine (kötü adam, deli, piç vs.) bir yenisini ekler. Kızılderilileri, Mormonları, sakatları ve delileri, kenarlardan merkeze taşıyan başkaları gibi, Groom da özgünlüksüzlüğü odağa yerleştirmeye çalışır. Fakat bu iddia, kenar ve merkez modelini sökmektense, merkeze yeni bir sakin eklemekten ibarettir.

Halbuki yapısöküm, yerleşik bir bilgiyi tepe taklak etmek değil, dönüştürmek demektir. Groom sanatsal icadın “onaylanan bir yalan söyleme biçimi” olduğunu iddia ederken önemli bir gerçeği görmezden gelir: Sanat doğrunun karşısına yalanı çıkarmaktan ibaret değildir, asıl yaptığı, hakikat ile kurgu arasındaki ayrımı sökmektir. Edebi önermeler gerçek hayattaki önermelerin parodileridir, yoksa gerçek hayattaki yalanların bir çeşitlemesi değil. Sahte sanat eserini gerçek bir eserin yerine koymak, gerçek eserin aura’sını sahtesine aktarmaktan öteye gitmez.

Başka şairlerin benzersiz imgesini çalan şairler “kötü adam”lar olmayabilir, peki ya lisansüstü öğrencilerinin araştırmalarını aşırıp isimlerini bile anmayan akademisyenlere ne demeli? Başkalarının topraklarını gasp edenlerden söz etmiyoruz bile… Topraklarını istila eden Endonezya’ya direnen Doğu Timorlular, yüksek burjuvazinin nostaljik “meşru mülkiyet” anlayışının ağına mı düşmüştü? Sanat söz konusu olduğunda sahihlik fikri önümüzü tıkıyor olabilir, ama işkence raporlarının doğru olup olmadığını, veya emniyet güçlerinin âdetleri olduğu üzere düzmece deliller yaratıp yaratmadığını bilmeye hâlâ ihtiyacımız var. Postmodern yaklaşımın, kökenleri/özgünleri reddetmesi de sorunludur. Köken, gerçekten de bezdirici bir fetiş olabilir; ama kökenlerin araştırılmasına ket vurmanın, gerici siyasetin elini güçlendirdiği durumlar da var. Pascal, Hume, Kant ve Burke, tam da bu gerekçelerle, kökenlerin irdelenmesine karşı çıkmışlardır. Hume İnsan Doğası Üzerine’de, her milletin kökenine indiğimizde şiddet ve gasp göreceğimizi yazar; ve şayet yurttaşlar bugün uysal ve durulmuş iseler, kökenlerindeki bu ihlali ya da tecavüzü merhametli bir unutuşa terk ettikleri içindir. Burke’e göre bu ilk günahı fütursuzca açığa çıkarmak –ki uğursuz Jakobenlerin niyeti tam da budur–  Freudyen ilksel sahnenin dehşetengiz biçimde ortaya serilmesine yakın bir cinsel ahlaksızlıktır. Siyasi kökenler kuşkusuz sanatta sahicilikle aynı kefeye konamaz, ama böyle bir karşılaştırma, genelde kökenler hakkında konuşurken biraz daha temkinli olmamız gerektiğini hatırlatabilir.

 

Terry Eagleton’ın ilk defa 6 Haziran 2002’de London Review of Books’ta “Maybe He Made It Up” başlığıyla yayınlanan yazısından kısaltılmıştır. Yazının orijinali için bkz. The Guardian. Bu metin daha sonra Eagleton’ın Figures of Dissent başlıklı kitabında yayınlanmış, kitap Aykırı Simalar adıyla Türkçe’ye çevrilmiştir. Ayşe Şirin Okyayuz’un çevirdiği kitabın baskısı bulunmamaktadır.

Derrida, sahte, postmodernizm