/ Pasajlar / Rüya

 

 

J. J. Grandville, “İlk Rüya: Suç ve Ceza” (1847)

 

Georges Bataille (1897-1962), Paris’in doğusundaki Reims kentinde büyümüş; felçli, kör ve frengi olan babasının elinde zor bir çocukluk geçirmiştir. (En azından, Gözün Öyküsü hikâyesinin son bölümünde kendisi böyle olduğunu anlatır. Bataille’ın biyografisi olmadığından, hayatıyla ilgili kimi ayrıntılar –belki bunlara şüpheyle bakmamız gerek– tamamen kendi yazdıklarına dayanmaktadır.) Bataille ve annesi 6 Kasım 1915’te Almanların  Reims’e yaklaşmaları üzerine babasını bırakarak kentten ayrılır. Artık aklını yitirmiş olan babası, kısa bir süre sonra ölür.

Bataille, babasının otoritesine çoktan isyan etmiştir: 1913’te liseyi terk edip Katolik dinini benimser – babası dindar bir adam değildir ve ölürken papaz refakatini reddetmiştir. Bu Katolik döneminde (1918 yazı) Bataille, Alman bombardımanıyla yıkılmanın eşiğine gelen Reims’deki büyük Notre Dame Katedrali’ne övgüler düzdüğü bir bildiri yazar. Bu metinde, sadece Katedral’in değil, onu inşa eden Hıristiyan ruhunun da dirilişini hayal eder. Gelgelelim, 1920’de, bir daha dönmemek üzere inancını terk eder.

Başta liseden ayrılmasına rağmen, Bataille sonradan iyi bir öğrenci olur. Saygın bir okul olan Ecole des chartes’a başvurur ve kabul edilir; kütüphanecilik ve Ortaçağ eğitimi alır. Bir yıl kaldığı İspanya’da, ilk defa boğa güreşlerini seyreder ve muhtemelen 7 Mayıs 1922’de matador Granero’nun gözünün oyulduğu olaya şahit olur [bu olayı Gözün Öyküsü’nde anlatacaktır]. Paris’e dönünce Millî Kütüphane’de işe girer ve 1942’de (sağlık sorunları yüzünden) ayrılana kadar orada çalışır.

Bataille 1926-1928 yıllarında, sanat ve arkeoloji dergisi Aréthuse’de nümizmatik üzerine makalelerini yayınlar. 1924’te, sürrealistlerle içli dışlı olan Michel Leiris’le tanışmıştır. 1926’da W.C. başlığını taşıyan bir roman yazar (gerçi sonradan bunu yakmıştır, ama ana kahraman Dirty üzerine olan ilk bölümünü, Göğün Mavisi öyküsünün başına koyar). W.C. romanının kapağında bir giyotinden sarkan bir göz deseni vardır ve romanın altbaşlığı “Bengi Dönüş”tür. Romanı okuyabilen az sayıdaki kişiden biri olan Michel Leiris’e bakılırsa, kitapta “aristokratik bir şatafat” ile en bayağı rezillikler biraradadır. Bataille’ın “asalet ve haysiyete şiddetle karşı” sözleriyle nitelediği kitap, psikanaliz terapisinden geçmesine sebep olur. Dostu Dr. Dausse, W.C. ve Solar Anüs’e damgasını vuran “şiddeti ve saplantıları” görünce, Bataille’ın Dr. Adrien Borel’le terapi görmesi için girişimde bulunur.

“Rüya” başlıklı fragmanda da görüleceği gibi (ki bu metin Bataille’ın terapisi sırasında kayda geçmiştir), Bataille’ın saplantıları doğrudan Ödipal korkularla bağlantılıdır – babasının kör olduğu düşünülünce, Ödipal nitelik daha da öne çıkar. Bataille, Ağustos 1927’de terapinin, kendisi için (muhtemelen başkaları için de) tehdit oluşturan “meşum” şiddet nöbetlerini sona erdirdiğini hisseder – ama neyse ki, hayatı boyunca keşfe çıkmaya devam edeceği “entelektüel şiddet”i dindirmemiştir. Gerçekten de bu saplantılar, Bataille’ın 1927’den sonra geliştireceği aykırı “kuram”ının can damarıdır. Tabii burada, kuram biçimini alan saplantıların nevrotik veya psikotik bir “kökene” indirgenebileceğini iddia etmiyoruz. Bataille’ın kuramının kendisi, bu türden naif nedensellik modellerini reddeder.

Sürrealistlerin öncülerinden André Breton, Bataille’den hiç hoşlanmaz. Michel Leiris, Breton’a W.C.’den bahsetmiş, beriki ise duyduklarına istinaden Bataille’ı “saplantılı” diye küçümsemiştir. Bataille 1926’da Sürrealist Devrim dergisi için Ortaçağ’a ait saçma şiirler çevirir, fakat Breton bu işbirliğini uzatmaya hiç de istekli değildir.

Breton o dönemde Fransa’da (hatta belki dünya çapında), avangard entelektüel çevrelerde büyük bir otoritedir. Bataille ise, tanınmamış bir kütüphanecidir. Kuşkusuz Bataille’ın, Breton ve sürrealistlerle yakınlaşmayı, içindeki “entelektüel şiddet”i dışavurmayı istemesi beklenirdi. Fakat husumet tek taraflı değildir. Bataille, asalete ve güzelliğe saldırmaktan vazgeçmeye hiç de niyetli değildir ve Breton’un “zihnin kapılarını ardına kadar açma” yaklaşımı, ona göre, dinî imalar içeren bir estetizmin ve idealizmin olumlanmasıdır.

Bataille 1929’da, [Breton’la bozuşan] bazı asi sürrealistlerle (Desnos, Leiris, Limbour) ve daha muhafazakâr birkaç sanat tarihçisiyle birlikte Documents adlı sanat dergisini kurar. Burada yazdığı makalelerde, ilk defa kendi kuramını geliştirmeye başlar. Dergide, primitif ve avangard sanat eserlerinin ilüstrasyonları ve bunlara dair yorumların yanı sıra, popüler kültür ikonlarıyla ilgili metinler ve görseller de yer alır (mesela, Bataille’ın “Göz” tanımına, Joan Crawford’ın gözleri pörtlemiş vaziyetteki bir portresi eşlik eder). Fakat Bataille’ın metinleri, derginin daha muhafazakâr yazarlarını hayretlere düşürür, derginin genel eğilimiyle de bağdaşmaz. Sade’ı gübre dolu bir çukura gül yaprakları atarken resmeden bir portre eşliğinde yayınlanan bir başka makale sayesinde, Breton, Bataille’a (ve onun üzerinden, kendisini terk eden asi sürrealistlere) saldırmak için beklediği kozu bulmuş olur.

“İkinci Sürrealist Manifesto”nun sonunda, Marx’tan “otoritem” diye söz eden Breton, Bataille’ı açık açık “dışkı filozofu” diye tanımlar. Bataille’ı özellikle hedef seçmesinin sebebi, heterojenliğe –hayvanlık, sinekler, dışkı– kucak açışı ile, akıl’dan vazgeçememesi arasında derin bir çelişki olduğuna hükmetmesidir.

 

Mösyö Bataille’ın bahtsızlığı, akıl yürütmesi: tabii kendisi “burnuna sinek konmuş biri” ne kadar akıl yürütebilirse o kadar yürütüyor, ki bu da onu yaşayanlardan ziyade ölülerle akraba kılıyor, ama yine de akıl yürütüyor. İçinde bir yerlerde hâlâ tamamen bozulmadan kalmış küçük mekanizmanın yardımıyla saplantılarını bizimle paylaşmaya çalışıyor: sırf bu bile, kendisi ne derse desin, düşünceyle işi olmayan bir vahşiymiş gibi her türlü sisteme karşı olduğunu iddia edemeyeceğini gösteriyor.

 

Breton, bu bozukluğun –yani, akıldışı olan hakkında akıl yürütmeye çalışmanın– patolojik bir durum olduğunu söyleyerek bitirir sözlerini.

Oysa Bataille için, yükseltilmiş olana –ideale, gerçeküstüne– dair eleştirileri fazişme yönelik politik bir eleştirinin ayrılmaz parçasıdır. Onun “bayağı maddeciliği”, pragmatik veya işlevci maddecilik kuramlarından farklı olarak, “bilimsel” bir kavramsal yapı kurmak üzere maddenin ötesine geçmez; bilim veya politika sistemlerine indirgenemeyecek bir madde ortaya koyar. Marx’ın “ihtiyar köstebeği”, otoriter emperyalizmden (faşizm) ütopyacı sosyalizme, Nietzsche’nin Üst-insan’ına ve “spiritüel” gerçeküstücülüğe kadar, birbirinden apayrı sistemlere temel oluşturan ve onları meşrulaştıran idealizmin altını kazar. Bunların simgesi olan şah kartal tepede uçar, ama devrimciler onu gökyüzünden söküp aldıklarında hükümranlığı da bilfiil sona erecektir. Bataille’a göre –Nietzsche veya Breton gibi– burjuva bireyleri, “üstlerde” uçarak isyan arzusu uyandırmaya çalışırken, düşmeye mahkûmdurlar, hatta bir bakıma düşmeyi arzu ederler: “İkarus kompleksi”nin, “bilinçdışı” ve patolojik düşme arzusunun nedeni budur. Bataille’ın mahkûm ettiği yegâne patoloji İkaryen[1] isyandır; leş kokan çürümeyi bağrına basmayı reddetme patolojisidir…

 

Allan Stoekl’ın, Visions of Excess başlıklı Bataille derlemesine yazdığı “Sunuş”tan kısaltıldı.  Visions of Excess, ed. Allan Stoekl, çev. Allan Stoekl, Carl L. Lovitt ve Donald M. Leslie, Jr. (Minneapolis: University of Minneapolis Press, 1986) s. ix-xv.

Çeviri: Elçin Gen

 

                                                                                                              J.-A. Boiffard, Papier colant et mouches, George Bataille'ın "L'esprit moderne et le jeu des transpositions" makalesi için ilüstrasyon, Documents,  No. 8, 1930.

 

[Rüya]

Reims’daki evimizin sokağında. Bisikletle yola çıkıyorum. Arnavut kaldırımlı sokak ve tramvay rayları. bisiklet üstündeyken insanı epey rahatsız ediyor. arnavut kaldırımlı sokakta insan sağdan mı yoksa soldan mı gideceğini bilemiyor. rayların sayısı artıyor. bir tramvayı sıyırıp geçiyorum ama bir şey olmuyor. bir dönemecin hemen sonundaki, pürüzsüz bir yolun bulunduğu yere doğru gitmek istiyorum fakat eminim ki artık çok geç ve önce yokuş yukarı çıkıp sonra hızla yokuş aşağı indiğiniz o harika yol çoktan arnavut kaldırımıyla kaplanmış. nitekim dönemeci geçtiğimde görüyorum ki yol eskisi gibi değil, yeniden yapmışlar ama yeniden yapmak için onu ____|¯¯¯¯|____ şeklinin iyice öne çıktığı kocaman bir hendeğe dönüştürmüşler. bu güçlü payandaları görüyorum, fakat biçimleri giderek değişiyor; önce, içleri toprakla doldurulması gereken, tahtaları gevşemiş fıçı iskeletlerinden çemberler görüyorum, sonra, tahtaları dağılmış fıçılara dönüşüyorlar. Devam ediyorum, aşırı derecede erkeksi ve kaba saba kiler işçileri ve hatta [korkunç zenciler], gevşemiş ince uzun fıçıyı doğrultmaya geliyorlar. O an feci bir karanlık çöküyor; Amerikalı bir beyefendi olmuşum, dolanıyorum. Fıçıyı dikmek için, kurumdan kapkara olmuş dev halatları var güçle çekmek gerekiyor, kocaman iğrenç sıçanlar gibi birtakım hayvanlar kuyruklarından asılmış halatlara fakat ısırabilirler de, hepsini öldürmek gerek. Kiler işçileri bu iğrenç mahluklara büyük zevkle dokunuyor ve güle oynaya tutup asıyorlar onları; Amerikalı ziyaretçininse takım elbisesi kirlenebilir ve sıçanlar onu ısırabilir, ama onda ne korkudan ne tiksintiden eser var. Fakat zar zor duruyor ayakta, kan içindeki yapış yapış balıklar ya da ölü ama tehditkâr sıçanlar suratına değdi değecek.

Böylece kuruldu işte çağrışım.

Korkunç sıçanlar ve çocukluğumun bütün korkuları. Mum ışığında inilen kiler.

Örümceklerin dehşeti.

Sonra birdenbire kilere babamla birlikte indiğimizi hatırlayıveriyorum, elimde mum. Şamdanlı ayı rüyası.

Çocukluğumun korkuları, örümcekler filan, babamın dizleri üstünde pantolonumu çıkarışımla ilgili anıma bağlanıyor.

En korkunç ile en muhteşem arasındaki o kararsızlık…

Habis ve kör bir gülümsemeyle, pis ellerini bana uzatırken görüyorum onu. Bu anı, içlerinden en kötüsü gibi geliyor bana. Tatilden döndüğüm bir gün, yine onun bu şefkatli dokunuşlarına nail oluyorum.

Uyanınca, sıçanlardan duyduğum korkuyu, babamın bir tokatla bana verdiği dersin anısına bağlıyorum: bir akbabanın (ki babam oluyor bu) gagasını kan revan içindeki bir kurbağaya geçirişi biçimini alıyor bu anı. Kıçım açıkta ve karnım kan içinde. Tıpkı kapalı gözlerle güneşi kıpkırmızı görmek gibi, göz kamaştırıcı bir anı. Babam da, kör olmasından mütevellit, herhalde güneşi böyle göz kamaştırıcı bir kırmızılıkta görürdü. Bu anıyla birlikte babamın otururkenki hali.

Babamın, gençliğinde bana büyük bir zevkle korkunç bir şey yapmak istediğini hatırlatıyor bu bana.

Üç yaşlarındayım, çıplak bacaklarım babamın dizlerinde ve penisim güneş gibi kıpkırmızı.

Sırf bir oyun halkasıyla oynadığım için.

Babam beni tokatlıyor ve ben güneşi görüyorum.

 

Çeviri: Arif Yıldız

Oeuvres complètes, Tome II: Écrits posthumes- 1922-1940 (Paris: Gallimard, 1970) s. 9, 10.

 



[1] Yunan mitolojisinde İkarus, babasının balmumundan yaptığı kanatlar sayesinde uçma yetisi kazanır, fakat uçmanın verdiği özgürlük hissiyle güneşe yaklaştığında kanatları erir ve denize düşerek ölür. Fransa’da Saint-Simonculuk gibi ütopyacı fikirlerin yaygın olduğu dönemde, Étienne Cabet “İkaryenler” adıyla bir ütopyacı hareket kurmuştur – ç.n.