/ Pasajlar / Radikal Düşünce


Roman, hayatla arasındaki zorlama ve maddi benzerliklerden değil, hayatla arasındaki sınırsız farklardan ötürü bir sanat eseridir.

                                                           Stevenson

 

                                                             Jean Baudrillard, Saint Clément, 1987

 

O halde düşünceyi değerli yapan, hakikatle arasındaki kaçınılmaz benzerliklerden ziyade, onu hakikatten ayıran sınırsız sapmalardır.

Yaşamak için var olduğumuza inanmamız gerektiği doğru değildir. Böyle bir gereklilik yok. Gerçekte bilincimiz, gerçekliğimizin, “gerçek zaman”daki var oluşumuzun yankısı değildir asla; onun "gecikmiş zaman"daki yankısı, öznenin ve kimliğinin dağıldığı perdedir. Kendimizle bir olduğumuz yegâne durumlar uyku, bilinçsizlik ve ölümdür. İnançtan bambaşka bir şey olan bilincin doğrudan kaynağı, gerçekliğe bir meydan okuma, nesnel gerçeklikten ziyade nesnel yanılsamayı kabulleniştir. Bu meydan okuma, bizim hayatta kalmamız ve insan türünün hayatta kalması açısından, başka bir dünyada işe yarayan ruhani birer teselli olan gerçekliğe ve varoluşa duyulan inançtan daha önemlidir. Bu dünya, olduğu gibidir, ama bu onu olduğundan daha gerçek kılmıyor. “İnsan türünün en güçlü içgüdüsü, hakikatle, dolayısıyla gerçeklikle çatışmaya girmesidir.”

Hakikate duyulan inanç, en ilkel dinî hayat formlarından biridir. Bu inanç, anlama yetisinin, aklın bir zaafıdır ve aynı zamanda ahlak fanatiklerinin, gerçeklik ilkesinin üzerine asla kuşku düşürülemeyeceğini söyleyen gerçeklik ve ussallık havarilerinin son kalesidir. Neyse ki kimse, onu savunanlar da dahil, bu ilkeye göre yaşamıyor – bunun için haklı sebepleri var. Kimse esasen gerçekliğe veya kendi gerçek hayatının kanıtlarına inanmıyor. Diğer türlüsü çok hazin olurdu.

Gelgelelim, bu iyi yürekli havariler size şöyle diyorlar: Hayata tutunmakta zaten bunca zorlanan ve gerçeklik ile ussallık üzerinde en az senin-benim kadar hakkı olan insanların nezdinde gerçekliği gözden düşüremezsin. Aynı sinsi itiraz Üçüncü Dünya için de yükseltilir: Açlıktan ölenlerin nezdinde bolluğu gözden düşüremezsin. Veya: Kendi burjuva devrimlerini yaşamamış halkların nezdinde sınıf mücadelesini gözden düşüremezsin. Veya: Hayatlarında kadın haklarını işitmiş bile olmayan tüm kadınların nezdinde feminist ve eşitlikçi protestoları gözden düşüremezsin... Gerçekliği sevmiyor olabilirsin, ama başkaları nezdinde de onu yok etme! Bu bir demokratik ahlak meselesidir: Billancourt’un moralini bozmamalısın.[1] Asla, kimsenin moralini bozmamalısın.

Bu hayırsever niyetlerin altında derin bir küçümseme yatıyor. Bir kere, gerçekliği bir nevi hayat sigortası veya daimi ayrıcalık olarak kuruyor – en ayrıntılı insan hakları veya en bol kitlesel tüketim malı gibi. Fakat bundan da öte, insanların, gerçekliğe ve varoluşlarının gözle görülür kanıtlarına umut bağladıklarını kabul eden, onlara bu Saint-Sulpice realizmini[2] reva gören anlayış, o insanları masum budalalar yerine koyuyor. Ama haksızlık etmeyelim: Ellerinde gerçekliği taşıyan bu havariler, bizzat kendi hayatlarını da bir dizi olguya ve delile, nedene ve sonuca indirgemek suretiyle, kendilerine de bu küçümsemeyi bulaştırıyorlar. İyi örgütlenmiş hınç, işe önce kendinden başlar.

“Ben gerçeğim, bu gerçek, bu dünya gerçek” deyin, kimse gülmez. “Bu bir simülakr, sen bir simülakrsın, bu savaş bir simülakr” deyin, herkes kahkahalarla güler. Zorlama, küçümseyici veya katıla katıla atılan kahkahalar, çocukça bir şakaya veya müstehcen bir imaya gülercesine… Simülakra temas eden her şey tabudur, cinsellikle ve ölümle ilgili her şey gibi. Oysa asıl müstehcen olan, gerçeklik ve barizliktir. Hakikatin güldürmesi gerekir.

 

Bu metin, Baudrillard’ın La Pensée radicale adıyla kitap olarak yayınlanan makalesinin İngilizce çevirisinden  kısaltılarak çevrilmiştir, Paris: Sens & Tonka, 1994. Metnin tamamı, İletişim Yayınları sanathayat dizisi kapsamında yayınlanacaktır.



[1] Stalinizmin eleştirildiği dönemde Sartre’a atfedilen bir ifade. Billancourt, büyük bir Renault fabrikasının bulunduğu, sendikaların ve sol hareketin çok güçlü olduğu bir bölgeydi, dolayısıyla bu ifadeleri “işçi sınıfının moralini bozmamak gerek” diye okumak mümkün – ç.n.

[2] Paris’te 1800’lerin ortalarından itibaren Saint Sulpice Kilisesi öncülüğünde başlayan dinî sanata atıfta bulunuluyor. Saint Sulpice sanatının belirgin özelliği, Barok dinsel sanatın tasvirlerine karşıt biçimde, aşırı duygusal ve yumuşatılmış tasvirler kullanılmasıdır – ç.n.

Baudrillard, pasajlar