/ Pasajlar / Kayıp Zamanın İzinde

  

Bugün, ütopya namına kalan her şeyin küreselleştirildiği, ama her şeyden çok da ütopyaları yaratma ve kalıcı hale getirme güçlüğünün küreselleştiği bir dönemdeyiz. Azınlıkta olanların başını çektiği savaş ve tahakküm zamanlarında, ve hemen hemen herkesin yenilgisinin küreselleştiği zamanlarda yaşıyoruz. Gelgelelim, yenilgi ve hatırlama deneyimleri, Birinci Dünya ile Üçüncü Dünya’da aynı şekilde yaşanmıyor. İkisi arasındaki bağlantıdan şüphesi olanlar, yaşayacak bir alan bulmak için, bir ütopya için, hafızayı diri tutmak için Üçüncü Dünya’dan Birinci Dünya’ya göç eden insanlara bakabilir. Buna karşılık, Birinci Dünya’dakiler de kendi ütopyalarının –Amerikan Rüyası veya Avrupa refahının– ellerinden alınmasından endişe ediyor ve kendi savaşlarıyla holokostlarının anısı hakkında ne yapacaklarını bilemiyorlar. Film ve romanlarda, müzelerde ve sanat sergilerinde, veya e-posta zincirlerinde bu anılar hakkında konuşmak, bu savaş ve holokost hikâyelerini ve Üçüncü Dünya’dan gelen göçmenlerin öykülerini anlatmak, tarihin tekrar etme tehlikesinin üzerimize çökmesine sebep olmasın? Geçmişle veya gelecekle ne yapacağını bilememenin yarattığı sorunla karşı karşıya kalan genç kültürler, kendilerini şimdiye ve anlık olana vakfediyor. Ama açık, tamamlanmamış eserlerin gelişmesine katkıda bulunan 1960’ların estetik felsesi ile, bugün hiçbir şeyle bağlantısı olmayan, belli bir yere götürmeyen an estetiğini besleyen felsefe arasında dağlar kadar fark var.

Zygmunt Baumann, günümüzde güzelin “nesneye değil olaya ait bir özellik” olduğunu, kültürün de “hızla konu ve taraf değiştirme yeteneği” olduğunu söylüyor. George Steiner’e göre ise, “kültürümüz, her şeyin oyuna sokulup riske edildiği bir kumar ve talih kültürü; her şey azami etki yaratıp ânında unutulacak şekilde ince ince hesaplanıyor”.[1]

Bugün, geçmişte olup bitenlere ve gelecekte yaşanacaklara dair genel bir kuşku söz konusu. Hiper-şimdi’de yaşamak istiyorsanız ne hafızaya zamanınız vardır ne de ütopyaya: Kayıp zamansallık karşısındaki şaşkınlık, hepsi de birbirine benzeyen yüksek teknoloji ürünü Jürasik geçmiş simülasyonları ve geleceğin yıldız savaşlarıyla elbirliği halinde.

Bana kalırsa, bu fukaralıktan kurtulacaksak, bunu ne asla unutmamamız gereken bir geçmişi tekrarlayarak başaracağız, ne de geleceğe yönelik yokoluş kehanetleri üreterek. Bir bakıma her şey an içinde gerçekleşiyor ve mesele ânın yoğunluğunu yakalamakta.

Sanat ile toplum arasında nasıl bağ kurulacağı yönündeki kadim soruya geliyoruz yine. Ben bu soruyu, kapitalizmde kültürün yerini hesaba katarak sormak istiyorum. Mesela, sanatta ve medyada görülen şimdiciliğin, uzun vadeli toplumsal yapılarla arasında nasıl bir zorunlu bağ vardır? Piyasaların büyümesi zaman içinde yaşanan bir süreçtir, zira zamansallığın inkârı üzerinden gerçekleşir: yenilerinin pazarlanmasına alan açmak için ürünlerin planlı bir şekilde eskitilmesi gerekir. Nitekim, elektrikli cihazları her beş senede bir kullanılmaz hale getiren, bilgisayarları her üç senede bir eskiten endüstriyel politikalar, veya kıyafetleri altı ayda, şarkıları altı haftada ıskartaya çıkaran reklamcılık stratejileri, hep, zaman kazanma yollarıdır. Söz konusu failler bu işi geçmişin de geleceğin de bir önemi yokmuş gibi yaparak başarırlar, ama beğenilerin durmadan ve hızla değişmesini tüketiciler için kalıcı bir yaşam tarzı haline getirirler. Ürünlerin güncellenmesi ve satışların genişletilmesi aracılığıyla, sermayenin kalıcı biçimde yeniden üretilmesini temin ederler.

Gündelik hayatta anlık olanın yüceltilmesi ile, emeğin güvencesizliği ve ürünlerle değerleri pazarlama dinamiği arasında ne tür ilişkiler olduğunu sorgulamakta fayda var. Tarihten arınmış an estetiğinin, sermaye ile altyapı (fabrikalar, bankalar, ulaşım ve haberleşme araçlarının kontrolü) arasındaki müzakere politikalarını gizleyen, günlük borsa kurlarında yenilenen ve yarın ne olacağı belli olmayan istikrarsız yatırım ve kâr trendleriyle hiç mi bağ yok? Makro-ekonomide geçmişin ve geleceğin önemli olduğu muhakkak. İstikrarsız kültür endüstrilerinde bile bunu göstermek hiç zor değil – onları sürekli çok-satan ürün aramaya iten tutarsız ve telaşlı ritme, rekabete ve şirket birleşmelerine rağmen.

Doğrusu, tüketicilerden beklenenler söz konusu olduğunda da, “uzun erimliliğe” sosyo-ekonomik açıdan değer verildiği görülür: Banka kredisi veya kredi kartı için başvuruda bulunanların, güvenilir olduklarından emin olmak için kredi geçmişleri sorgulanır. Bankalar kredi verdikten sonra da müşterilerinin gelecekteki davranışlarını etkilemeye devam ederler çünkü taksit ödeme eylemi bir tür ahlaki disiplin sürecidir. 40 aya yayılan ödeme planıyla araba alan veya 20 yıl boyunca taksiti ödenmek koşuluyla ev satın alan insanlar, işlerinden, evliliklerinden ve çocuklarına karşı sorumluluklarından ne kadar süre vazgeçmeyeceklerini taahhüt etmiş olurlar. Başka deyişle, yıllar boyunca zamanlarını nasıl kullanacakları konusunda taahhütte bulunurlar.

Şimdinin nasıl tarihe açılacağını anlamak için bu tür bağlantıları kurmak gerekiyor. Belki, geleceğimizi eksiltmeyen veya geçmişimizi gereksiz hale getirmeyen performansları nasıl yaratacağımız sorusuna cevap veren bir estetik tasavvur edebiliriz.

 

Néstor García Canclini’nin Radical History Review’da yayınlanan “Aesthetic Moments of Latin Americanism” başlıklı yazısından seçilmiş pasajların çevirisidir. Yazının tamamı için bkz. aesthetic-moments-of-latin-americanism.pdf



[1] Aktaran Flavia Costa, “Lo que queda de la belleza”, Zygmunt Baumann’la söyleşi, Clarín, “Cultura y Nación” eki, 7 Aralık 2002.

pasajlar, ütopya