/ Pasajlar / Bastırılanın Geri Dönüşü

Jacob van Oost, “Merkür ile Jüpiter, Baukis ile Philemon’un Evinde”.

 

Ovidius Dönüşümler kitabında, Yunan ve Roma mitolojisinden Baukis ve Philemon’la ilgili bir efsane anlatır. Efsaneye göre, iki tanrı, Jüpiter ile Merkür,[1] fanilerin insaniyetini sınamak üzere yolcu kılığına girerek yeryüzüne inerler. Ev ev dolaşır, her kapıyı çalarlar ama kimse yüzlerine bakmaz; sefil görünümleri yüzünden kimse onları tanımamıştır. Nihayet, yoksul ve yaşlı bir çift, Baukis ile Philemon, iki yabancıyı küçük kulübelerine buyur eder. İkram edecek fazla bir şeyleri olmasa da konuklarını içten bir misafirperverlikle karşılarlar. Lahana, turp, süt, yumurta ve meyveden oluşan fakirhane yemeklerini paylaşırlar. Biraz da şarapları vardır. Birden bir mucize olur: Kadehler dolduruldukça şarap sürahisi yeniden dolmaktadır. Konuksever çift, misafirlerinin ölümlü olmadığını böyle anlar.

Michel Serres, dünya ekonomisi sistemini asalaklık çerçevesinde tarif ettiği Parazit kitabında, başka kadim masallarla birlikte bu hikâyeden de bahseder. Parazit, ev sahibi denen başka bir varlığın sırtından yaşar; ev sahibinin gövdesine yapışarak, veya içine girerek, onu yer. Ev sahibi böylece parazite hem yuva hem besin olur. Asalakça bir ilişki, karşılıklılığa –alışverişe– dayanmaz, çünkü bir parazit ev sahibine hiçbir zaman aldıkları karşılığında bir şey vermez, ama kendisi de başka bir parazite ev sahibi olabilir. İnsanlar da dahil bütün canlılar, karmaşık bir asalaklık zincirinde biraraya gelmiştir. Serres’e göre, nihai ve evrensel ev sahibi, gövdesinde konaklayıp yaşadığımız ve kaynakları mucizevi biçimde asla tükenmeyen doğadır. Doğa, bir zincirin son (veya ilk) halkasıdır; kendisi hiçbir şey üzerinden beslenmez, sadece ev sahibi olabilir. Baukis ve Philemon, ellerinde ne var ne yoksa paylaşmaya hazır cömert ev sahipleri gibi görünürler. Ama ev sahibinin kaynakları sınırlı olsa da, bu kaynaklar hiçbir zaman yok olmaz veya bitmez, daha doğrusu, tam da ev sahibinin tükenişinden tekrar tekrar devşirilirler: Serres’in “parazitin her günkü mucizesi” dediği şeydir bu.[2] Serres bu noktada, tekrar tekrar yanıp kendi küllerinden doğan zümrüdü anka kuşunu hatırlatır.

Serres’den uzun yıllar önce, Doğa Felsefesi kitabının sonlarında Hegel de zümrüdü anka kuşunu benzer bir anlamda anmıştır. Doğanın amacının ölüm olduğunu, daha doğrusu Tin uğruna kendini yok etmek olduğunu öne sürer Hegel: “Doğanın amacı kendi kendini yok etmektir; dolaysız ve duyusal varlığının kabuğunu kırmak, ve bu kabuktan yenilenmiş bir tin olarak doğmak üzere, zümrüdü anka kuşu gibi kendini yakmaktır.” Zümrüdü anka kendini feda eder, veya Hegel’in deyişiyle kendini yakar, ama her defasında yenilenmiş olarak dirilir. O zaman, tinsel evrenimizin doğayı, mucizevi konukseverliğinde sınır olmayan, yaşayan bir ölü olarak tanıdığını varsayabiliriz. Günümüzde bu konukseverliğin adı “enerji”dir, kelimenin gerçek anlamında durmadan yanan zümrüdü anka ise fosil yakıtlardır: sonuna kadar sömürülen, ölmeyen, insan-dışı maddi fail.

Kapitalist modernliğin özünde, enerjinin sakınımı kuramı yatar; buna göre enerji hiçbir zaman yaratılmaz veya yok olmaz, ancak dönüşebilir. Nietzsche’nin “bengi dönüş” fikri de bunun metafizik muadili gibidir. Enerjinin bengi dönüşü, dünyayı ekolojik ve toplumsal felakete karşı bağışık kılma işlevi gören bir paradigma yaratır. Bu paradigmaya karşı, ve onunla aşağı yukarı aynı sıralarda, enerjinin maddiliğini bitimsiz bir dönüş olarak değil toplumsal bir ilişki olarak kavrayan Marksist kuram ortaya çıkar. Bunu asalakça bir ilişki olarak tanımlamak  mümkündür: Baş asalak olan sermaye, maddi bir kaynak ve bir enerji kaynağı olarak görülen ev sahibi doğanın gövdesine yapışmıştır.

Sermaye çift yönlü bir süreçtir. Bir yanı altyapı denen ekonomi, diğer yanı üstyapı denen ideolojidir. Kapitalist ekonomi ile kapitalist ideoloji arasındaki bağ, bir değer formudur (mübadele değeri ve artık-değer, tinsel ve kültürel değerlerle katmerlenir). Ekonomi tarafında üretim vardır, ideoloji tarafında ise tüketim. Üretim ile tüketimi bağlayan, metadır. Üretimin metayla ilişkisine yabancılaşma damgasını vurur: Ürün üreticiye ait olmamakla kalmaz, üretim sürecindeki üretici de kendine ait değildir, zira kendisini işgücü olarak satmaktadır. Tüketimin metayla ilişkisi ise meta fetişizmi biçimini alır. Meta fetişizmi yabancılaşmanın diğer yüzüdür: üretimde kaybettiğimiz kendimizi, tüketimde bulmaya çalışırız ama nafile. Bu ikili hareketin iki ucu da, belli bir enerji arzı olmadan mümkün olamaz. Üretim sürecini, fosil yakıtlarla emek gücünün birbirine bağlanmasına dayanan maddi enerji işletirken, tüketim, arzu ve güdülerle yüklenen libidinal enerjiden beslenir.

Dolayısıyla, fosil yakıtlar, emek, ve arzular, kapitalist sistemin dayanağını oluşturan, heterojen ve patlamaya hazır bir tür yeraltı dünyası oluşturur. Başka deyişle, dünya ekonomisinin bilinçdışı düzeyini. Kapitalist teknolojik gelişmeler felakete yol açan yan etkiler doğurduğu için, bu bilinçdışı düzey şimdi dünya ekolojisiyle çarpışmaktadır. Fosil yakıtlar ve emek gücü, ikisini de aşmış gibi görünen sanayi-sonrası dijital toplumun endüstriyel bileşenleridir; halbuki aşılmamış, sadece bastırılmışlardır ve bastırılmış bir halde yerin altında var olmaya devam ederler: petrol, jeolojik katmanların arasında, emek gücü ise yeraltındaki terhanelerde. Bu anlamda ikisi de bir tür bilinçdışıdır ve bilinçdışı yasalarından biri onlar için de geçerlidir: bastırılanın geri dönüşü yasası. Sermayenin emek, yakıt ve arzudan oluşan enerji üçgenini, enerjinin sakınımı veya bengi dönüşü değil, bastırılanın bengi dönüşü yönetir. Kapitalizmin zümrüdü anka üçgenidir bu: onun yeraltındaki yaşayan ölü akıntıları, soyut bir değer formunun güdümündeki somut maddeselliği.  

 

Oxana Timofeeva’nın, Mediations Journal’ın “Materialism and the Critique of Energy” dosyası için kaleme aldığı sonsözden seçilmiş pasajlar. Yazının tamamı için bkz. http://www.mediationsjournal.org



[1] Yunan mitolojisine göre Zeus ve Hermes – ç.n.

[2] Michel Serres, The Parasite (Minneapolis: University of Minnesota Press, 2007) s. 99.

pasajlar