Federal Almanya Şansölyesi Willy Brandt, Varşova Yahudi Gettosu'nda Naziler tarafından öldürülenler anısına inşa edilen anıtın önünde diz çöküyor, 1970.
Doğanın imha edilmesi ve insanlararası şiddet, sadece politikanın karşısında duran kalıcı ve zor meseleler olmakla kalmıyor, aynı zamanda sosyal bilimler için de can alıcı konular. Gelgelelim, bu iki sorunun birbirine bağlanma ihtimali bugüne kadar bu alanda büyük ölçüde görmezden gelindi. Doğanın tahakküm altına alınmasının toplum hayatında yol açtığı, fark edilmeyen bedeller olabilir mi?
Bu soru Theodor W. Adorno’nun toplumsal-felsefi düşüncesinin merkezinde yer alıyor. Adorno’ya göre insanın kendi iç doğasını denetim altına alarak doğal çevresi üzerinde kurduğu tahakküm, insanlık ufkunun kendini korumayla ve güçle sınırlanmasına yol açar. Ayrıca, insanın yeryüzünü boyunduruk altına almasının ve tüm yaratıklar üzerinde egemenlik kurmasının ilahi bir emir olduğu yolundaki haklılaştırıcı fikir, uygarlaşmış insanların duyarlılığını azaltarak, toplum içinde ve toplum tarafından örgütlenen, doğa üzerinde şiddet yoluyla tahakküm kurma koşullarını kanıksamalarına yol açar. Son olarak, doğa üzerinde şiddet yoluyla kurulan tahakkümün içselleştirilmesi, toplum hayatında güç kullanmayı kolaylaştırır.
Adorno’nun bir uygarlık psikolojisi bağlamındaki hipotezi, insanın doğaya karşı kullandığı kaba kuvvetin onu başka insanlara karşı şiddet kullanmaya da teşvik ettiği anlamına gelir. Adorno’nun savunduğu bu radikal tezi, geleneksel kültür eleştirisinden, özellikle de bu eleştirinin Alman versiyonundan ayırmak gerekiyor. Bu nedenle, Adorno’nun yaklaşımını ayırt etmek için, uygarlık kuramı biçimindeki kültür eleştirisi (zivilisationstheoretische Kulturkritik) terimini öneriyorum. İnsanın doğa üzerinde kurduğu ve bastırarak kolektif bilinçdışına ittiği tahakkümü, Adorno, sanayileşmiş –yani Batılı– uygarlığa has doğuştan bir bozukluk olarak görür.
Bu açıdan bakıldığında, Adorno’nun yaklaşımı, genellikle tarif edildiği Batı Marksizmine, neo-Marksizme veya Hegelci Marksizme öyle çok da benzer gibi görünmüyor. Onun gerek toplum ve kapitalizm eleştirisi, gerek negativist gibi görünen akıl eleştirisi, uygarlık kuramı biçimindeki kültür eleştirisi’nden türemiştir. Ana motifi, Marx’ın ana tema olarak seçtiği, üretim ilişkileri ile üretici güçler arasındaki diyalektik değil, doğa üzerindeki tahakkümün diyalektiğidir: doğa üzerindeki tahakküm ile toplum hayatındaki barbarlık arasında tarihöncesi bir bağ olduğu yolundaki radikal hipotez. Bu anlamda Adorno’nun eserleri, Nietzsche, Freud ve Max Weber’le başlayan uygarlık kuramı biçimindeki kültür eleştirisi’nin gelişimindeki son noktadır.
*
İnsanlık yaşam hakkıyla ilgili bir hiyerarşiyi bir kez yarattı mı, hayvanlara karşı kullanılagelen şiddeti kendi hemcinslerine karşı da kullanması için gereken tek şey bir kriter değişikliği olur – yeter ki söz konusu hemcinsler kültürden nasiplenmemiş, doğaya daha yakın, dolayısıyla daha tehlikeli varlıklar olarak algılanabilir olsun. İnsanın kendi hemcinsini ölümlülere has acısı çoğunlukla inkâr edilen bir hayvan gibi görmesi, ona bir hayvan gibi muamele edebilmesinin psikolojik koşullarını hazırlar. Dahası, insanın kendi hemcinsini öldürmekle kabahat işleyeceğine dair alttan alta kendini hissettiren o temel farkındalık, inkâr edilmesi gereken bir şey olduğu için, paradoksal biçimde karşısındakine daha da barbarca davranmasına yol açar. “Alt tarafı hayvan” gerekçesinin aslında meşru olmadığı yolundaki temel fikri durmaksızın inkâr edebilmek için, hayvanlara karşı kullanılan şiddetin zorlantılı biçimde insanlara karşı da kullanılması gerekir. Bu patolojik süreci devam ettiren bu inkâr, aşırı şiddete sebep olur.
Adorno’nun asıl ilgilendiği, doğanın korunması değildir. Onun derdi, insanlar arasında süren, toplumsal barbarlığa ilişkin bir kuram ortaya koymaktır; ama böyle bir kuramın da, insanın doğa üzerindeki tahakkümüne yönelik bir eleştiriye bağlı olduğunu düşünür. Pogromdan, doğa üzerindeki tahakkümün diyalektik bedeli olarak söz etmesi de gösteriyor ki, insanın insana uyguladığı şiddetin neden uygarlığa eşlik eden bir durum olmakla kalmayıp benzersiz bir imha gücüne dönüşecek kadar büyüdüğünü açıklamaya çalışmaktır onun derdi. Edebiyat Notları’nda şöyle der Adorno: “Daha en başından ölüm kamplarına giden yolu işaret eden böcek zehirleri, şimdi kendi kendini hükümsüz kılan doğanın tahakkümünün nihai ürünü haline gelir.”
Fakat Adorno’nun toplumsal barbarlık sorununa bakışı, siyasi pratiği de şaşırtıcı ölçüde ilgilendirir. Elli sene kadar önce, yeni kurulmuş Birleşmiş Milletler bünyesinde İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin kabul edilmesi [1948] vesilesiyle Adorno’nun ortaya koyduğu karanlık tahminin, geçtiğimiz yıllarda yaşanan siyasi tecrübelerin bir özeti olması düşündürmeli bizleri:
Soykırımı bir kavram mertebesine çıkarmakla, soykırım ihtimali, bir nevi tanınmış olur: yasaklanması, reddedilmesi, tartışılması gereken bir müessese. Öyle bir gün gelebilir ki, Birleşmiş Milletler bünyesinde, yaşanan yeni bir mezalimin soykırım olarak tanımlanıp tanımlanmayacağına; BM’nin aslında hiçbir durumda kullanmak istemediği müdahale hakkı için gereken şartların oluşup oluşmadığına; veya soykırım terimini, pratik kullanımındaki umulmadık zorluklar göz önüne alınarak, mevzuattan tümden çıkarmak gerekip gerekmediğine ilişkin görüşmeler yapılabilir. Kısa bir sonra gazetelerin orta sayfalarında manşetler peyda olur: Doğu Türkistan’da soykırım kriterleri hemen hemen oluştu.[1]
Doğu Türkistan yerine Kosova, Somali, Ruanda, Sudan vs. kelimelerini koyduğunuzda, yeni bir dünya düzeni (George Bush) veya yeni bir dünya düzensizliği (François Mitterand) meselesinin Kötülük sorunuyla ve onun toplumsal belirleyenleriyle sıkı sıkıya bağlantılı olduğu görülür.[2] Bu açıdan Adorno’nun kültür eleştirisinin bir uygarlık kuramı olarak yorumlanması, düşüncesinde sosyal bilimleri fiilen ilgilendiren, dolayısıyla sadece negativist bir akıl eleştirisi olmakla kalmayan bazı yönleri açığa çıkarabilir.
Karsten Fischer’in “In the Beginning Was the Murder: Destruction of Nature and Interhuman Violence in Adorno’s Critique of Culture” başlıklı yazısından seçilmiş pasajların çevirisidir, Journal for Cultural and Religious Theory, cilt 6 sayı 2 (Bahar 2005) s. 27-38. http://www.jcrt.org/archives/06.2/fischer.pdf
[1] Theodor W. Adorno, “Minima Moralia: Reflexionen aus dem beschädigten Leben”, Gesammelte Schriften içinde, 4. cilt (Frankfurt, 1980) s. 287. Bu aforizma, Adorno’nun Minima Moralia baskısına koymayıp yayınlamadan bıraktığı bir ek bölümüne ait, Minima Moralia’nın İngilizce baskısından da çıkarılmış. [Minima Moralia’nın Türkçe çevirisinde de bu ek kısımlar bulunmuyor. Adorno’nun Minima Moralia baskısına koymadığı, ancak ölümünden sonra toplu eserlerinin Almanca baskısında yayınlanan bu bölüm, Edmund Jephcott tarafından İngilizceye çevrildi ve “Messages in a Bottle” başlığıyla 1993’te New Left Review’da yayınlandı. Yazarın burada son kısmını alıntıladığı pasaj, “Legalities” başlığı altında yer alıyor ve şöyle başlıyor: “Nazilerin Yahudilere yaptığı tarif edilemezdi: Dilde bunun için bir kelime yok, çünkü toplu katliam bile, yaşananların planlı, sistemli bütünselliği karşısında seri katillerin yaşadığı o eski günlere has bir şey gibi tınlardı. Ama işte kurbanları –ki isimleri hatırlanamayacak kadar çok sayıdaydılar– haklarında hiçbir düşünce izi kalmaması gibi bir lanetten esirgemek için bir terim bulmak icap ediyordu. Bunun için de İngilizcede genocide kavramı ortaya atıldı. Ama tam da kodifiye edilmekle, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’ne kaydedilmekle, tarif edilemez olan, sırf protesto edilebilmesi adına, ölçülebilir hale geldi.” Aforizmaların tamamının İngilizcesine şuradan ulaşılabilir messages.pdf – ç.n.]
[2] Karş. Susan Neiman, Evil in Modern Thought. An Alternative History of Philosophy (Princeton: Princeton UP, 2002).