/ Pasajlar / André Breton'un Liberter Marksizmi

Öngörülebileceği gibi André Breton’un doğumunun yüzüncü yılı, akademik, medyatik ve yarı resmi kutlamalara neden oldu.

Bununla birlikte ticari kutsal ruhun bu harekâtlarının değiştiremeyeceği bir şey varsa, o da Breton’un düzenin sınırları içine çekilemez olmayı sürdürmesidir. Çılgın aşkın, olağanüstünün şiirinin ve toplumsal devrimin simyasal bileşimini hedefleyen –mecburen tamamlanmamış– devasa tasarısı burjuva ve filisten[1] dünyasının içinde eritilemez. Kapitalizmin gırtlağına saplanmış, güzel bir kemik kadar –üzerinde çeşit çeşit yazıların ve resimlerin bulunduğu Salomon Adaları’ndaki yerlilerinkilere benzer bir kemik– rahatsız edici biçimde, Breton bu topluma, hâlâ alt edilemez bir karşıtlık içindedir.

Devrime duyulan özlem gerçeküstücülüğün bizzat kökeninde bulunur ve bu grubun ilk ortak metinlerinden birinin “İlk önce ve her zaman devrim” (1925) adını taşıması bir tesadüf değildir. Aynı yıl içinde, batılı burjuva uygarlığıyla bir kopuş yaratma arzusu, Lev Troçki’nin Lenin kitabı konusunda kaleme aldığı yazıdan da anlaşılabileceği gibi Breton’u Ekim Devrimi’nin fikirlerine yaklaşmaya iter. 1927’de Fransız Komünist Partisi’ne katılmışsa da, Au grand jour [Büyük Günde/Aydınlıkta] broşüründe açıkladığı gibi, “eleştiri hakkı”ndan vazgeçmemiştir.

Bu tutumun gerektirdiği sonuçlara Gerçeküstücülüğün İkinci Manifestosu’nda (1930) ulaşılarak “tümüyle, çekincesizce tarihsel maddecilik ilkesine” bağlandıkları açıklanır. Friedrich Engels’in savunduğu, “ilkel maddecilik” ile “modern maddecilik” arasındaki farklılığı, hatta karşıtlığı önemseyerek, André Breton “gerçeküstücülüğün kendini, daha önce belirttiğim yakınlıklardan dolayı marksist düşüncenin yöntemine ve yalnızca bu yönteme koparılamaz şekilde bağlı gördüğü” konusunda ısrar eder.

Breton’un marksizminin Komintern’in resmi görüşüyle uyuşmadığı açıktır. Onu belki de bir “gotik marksizm” yani olağanüstülüğe, isyanın siyah an’ına, bir şimşek gibi devrimci eylemin gökyüzünü yırtan işrak’a duyarlı bir tarihsel maddecilik olarak tanımlamak mümkündür. Bir diğer ifadeyle: gerçeküstücülük marksist teorinin, Rimbaud, Lautréamont ve İngiliz kara romanından (Lewis, Maturin)[2] esinlenen bir okumasıdır –fakat bir an olsun burjuva düzenine karşı savaşmanın kaçınılmaz gerekliliğini gözden kaçırmadan. Kapital ile Otranto Şatosu’nu, Ailenin Kökeni’yle Cehennemde Bir Mevsim’i, Devlet ve İhtilal ile Melmoth’u bitişik kaplar gibi birbirine bağlamak çelişkili görünebilir. Fakat, tedirgin edici özgünlüğüyle birlikte André Breton’un marksizminin oluşmasını sağlayan bu eşsiz yöntemdir.

Her halükârda Breton’un düşüncesi, José Carlos Mariategui, Walter Benjamin, Ernst Bloch ve Herbert Marcuse’ninki gibi ortodoksluğun inşa ettiği devasa barajların altından geçerek Yirminci Yüzyılı kat eden o yeraltı akımına, romantik marksizm’e aittir. Bununla kastettiğim, prekapitalist geçmişin kimi kültürel biçimlerine hayranlık duyan ve modern sınai uygarlığın soğuk ve soyut akılcılığını reddeden, fakat bu nostaljiyi, bugünün devrimci değişimi için verilen mücadelede bir güce dönüştüren bir düşünce biçimidir. Romantik marksistler, kapitalizm tarafından dünyanın büyüsünün bozulmasına isyan ediyorlarsa –ki bu toplumsal ilişkilerin nicelleşmesinin, ticarileşmesinin ve şeyleşmesinin mantıksal ve zorunlu sonucudur– hayalgücü aracılığıyla dünyayı yeniden büyüleme’ye dair romantik/devrimci girişim en parlak ifadesini André Breton’da ve gerçeküstücülükte bulur.

Aynı zamanda, Breton’un düşüncesi, marksizmin Hegelci diyalektik mirası konusundaki ısrarıyla Onsekizinci Yüzyıl Fransız maddeciliğinin güçlü bir biçimde damgasını vurduğu –ve Fransız komünizminin resmi öğretisinde hâkim olan– rasyonalist/bilimci, kartezyen/pozitivist eğilimden de kendini ayırdeder. Prag’da “nesnenin gerçeküstücü durumu” konusunda verdiği konferansta (Mart 1935), bu Alman filozofun gerçeküstücülük açısından taşıdığı büyük anlam üzerinde duruyordu: “Hegel, Estetik’inde, bugün şiir ve sanat düzeyinde en zor sorunlar olarak değerlendirilebilecek tüm sorunlara saldırmış ve eşsiz parlaklıkla birçoğunu çözmüştür [...] Bugün de, sanatlardaki gerçeküstücü etkinliğin doğruluğu veya yanlışlığı konusunda yine Hegel’e başvurmak gerektiğini söylüyorum.” (Breton 1972, s.128-129)

Birkaç ay sonra, Kültürün Savunusu için Yazarlar Kongresi’ndeki ünlü konuşmasında (Haziran 1935) bu konuya yeniden döner ve o dönem varolan Alman-karşıtı şovenizm akıntısına karşı şu sözleri söylemekten çekinmez: “Buraları kırıp geçmeye devam eden pozitivist akılcılığa karşı tek etkili panzehiri her şeyden önce Alman dilinde yapılan felsefede bulduk. Bu panzehir, genel bir bilgi teorisi olarak diyalektik maddecilikten başka bir şey değildir.” (Nadeau 1948, cilt 2, s.298)

Komünizme ve marksizme bu bağlanma, André Breton’un düşüncesinin en derininde alt edilemez bir liberter duruşun bulunmasını engellemez. Gerçeküstücülüğün Birinci Manifestosu’ndaki (1924) açıklamayı hatırlatmak yeter: “yalnızca özgürlük kelimesi, beni hâlâ coşturan tek şeydir”. Walter Benjamin, gerçeküstücülük üzerine 1929’da yazdığı makalede Breton ve arkadaşlarına devrimci eylemin “anarşist bileşeni” ile bunun “yöntemli ve disiplinli hazırlanışını” –yani komünizmi– eklemlemeye çağırır. (Benjamin, 1970)

Hikayenin devamı bilindiktir: Giderek Troçki’nin ve Sol Muhalefet’in tutumlarına yaklaşan gerçeküstücülerin çoğu (Louis Aragon hariç!) 1935’te stalinizmden tamamiyle kopacaklardır. Bu hiçbir şekilde, analizlerini esinlemeye devam eden marksizmden bir kopuş teşkil etmez; fakat “devrimci ruhun iki temel bileşenini yok etmeye yönelen” Stalin ve yamaklarının oportünizminden bir kopuştur. Bu bileşenler, insanlara sunulan yaşam koşullarının kendiliğinden reddi ile bunları değiştirmenin kaçınılmaz gerekliliğidir. (Nadeau 1948, cilt.2, s.309)

1938’de, Breton Meksika’ya, Troçki’yi ziyaret etmeye gider. Birlikte, devrimci kültürün Yirminci Yüzyıl’daki en önemli metinlerinden birini kaleme alacaklar: “Bağımsız Bir Devrimci Sanat İçin”. Bu bildirinin şu pasajı ünlüdür: “Entelektüel yaratıcılık için, devrim, hem de en başından itibaren, anarşist bir bireysel özgürlük rejimi düzenlemek ve temin etmek zorundadır. Hiçbir otorite, hiçbir baskı, en küçük bir komut izi bile olmamalıdır bunda! Bu zeminde marksistler anarşistlerle elele yürüyebilir.” Bilindiği gibi bu pasaj bizzat Troçki’nin kaleminden çıkmıştır, fakat bunun, Patzcuaro gölünün kenarında Breton’la yaptığı uzun sohbetlerin bir ürünü olduğunu da varsayabiliriz. (Schwartz 1977; Roche 1986)

 

 

 Lev Troçki, Diego Rivera,  André Breton

 

Breton’un anarşizme yönelik sempatisi savaş sonrası dönemde daha açık biçimde ifade edilecektir. Arcane 17’de (1947), henüz çocukken, mezarlıkta üzerinde şu sözlerin yazılı olduğu bir kabir keşfettiğinde yaşadığı heyecanı anlatır: “Ne Tanrı ne Efendi”. Bu konuda, daha genel bir düşüncesini de aktarır: “İstesek de istemesek de, sanatın, şiirin üzerinde de sırasıyla kızıl ve kara olan bir bayrak dalgalanıyor” –Breton’un ikisinden birini seçmeyi reddettiği iki renk.

1951 Ekiminden 1953 Ocağına, gerçeküstücüler, Fransız Anarşist Federasyonu’nun yayın organı Le Libertaire’e düzenli olarak makaleler ve mektuplar yazacaktırlar. O dönemde Federasyon’da esas olarak irtibatta bulundukları kişi, liberter komünist Georges Fontenis’tir. André Breton bu vesileyle, gerçeküstücülüğün liberter kökenlerini hatırlattığı parıltılı makalesi “La claire tour”’u [Aydınlık Kule] (1952) yazacaktır: “Kendine dair bir tanım yapmazdan çok daha önce, ve henüz kendi zamanının toplumsal ve ahlaki dayatmalarını kendiliğinden ve bütünüyle reddeden bireyler arası özgür bir birliktelik iken, gerçeküstücülüğün kendini ilk defa tanıdığı yer, anarşizmin kara aynasıdır.” Otuz yılın ve birçok hayal kırıklığının ardından yeniden anarşizm taraftarı olduğunu açıklar; ancak bu, bir karikatür haline çevrilmek istenen anarşizm değil, «yoldaşımız Fontenis’in “tıpkı sosyalizmin benzeri olarak gördüğü, yani insanın onuruna –özgürlüğü kadar huzuruna da– duyulan modern istek” şeklinde betimlediği» anarşizmdir. 1953’te meydana gelen kopuşa rağmen, Breton, liberterlerin kimi inisiyatiflerine katılmayı sürdürerek, onlarla bağlantısını kesmez. (Breton 1967, s.424; Atelier de création libertaire 1992, 1994)

Bununla birlikte, liberter sosyalizme duyulan ilgi ve aktif sempati, Breton’un Ekim Devrimi’ne ve Lev Troçki’nin fikirlerine olan bağlılığını inkâr etmesine yol açmaz. 19 Kasım 1957 tarihli bir konuşmasında bu konu üzerinde durur ve şöyle der: “Her şeye rağmen, Ekim Devrimi’nin anısında, beni gençken ona çeken ve kendini tümüyle vermeyi gerektiren o koşulsuz atılımdan hâlâ bir şeyler bulanlardanım.” 1917’de çekilmiş eski bir fotoğrafta, Kızıl Ordu üniformasıyla görünen Troçki’nin bakışlarını selamlayarak, Breton şu sözleri söyler: “Nasıl ki Termidor Saint-Just’ün yüz hatlarını silikleştiremediyse, böylesi bir bakışı ve ondan yayılan ışığı söndürmeyi de hiçbir şey başaramayacaktır.” Son olarak da 1962’de, vefat eden Natalia Sedova Troçki için yapılan bir anmada, “Troçki’nin hakkının tümüyle teslim edileceği ve bunun da ötesinde, uğruna hayatını feda ettiği fikirlerin güç ve yoğunluk kazanacağı” günün gelmesini diler. (Schwartz 1977, s.194, 200)

Bitirirken şunu söyleyebiliriz ki, André Breton’un düşüncesi ve gerçeküstücülüğü, belki de ideal bir kesişme noktası, liberterliğin yörüngesiyle devrimci marksizminkinin buluştuğu, tinin o yüce mekânıdır. Ancak şunu da unutmamak gerekir ki, gerçeküstücülük, Ernst Bloch’un “ütopik fazla” dediği şeye, devrimci de olsa siyasal veya toplumsal hiç bir hareketin sınırlarının tutamadığı bir siyah ışık fazlasına da sahiptir. Bu ışık, gerçeküstücü ruhun kırılmaz gece çekirdeğinden, zamanın altınına yönelik inatçı arayışından, hayalin ve olağanüstülüğün derinliklerine yaptığı çılgın dalışlardan yayılır.

 

(Bu yazı Michael Löwy’nin şu kitabında yer alır: Sabah Yıldızı. Gerçeküstücülük ve Marksizm, çev. Aslıhan Aydın -U. Uraz Aydın, Versus, 2009.)

[1] Filisten [philistin] kavramı, özellikle romantikler tarafından, incelmemiş/kaba burjuva zevklerini ve yaşam biçimini ifade etmek için başvurulan bir terimdir-çn.

[2] İngiliz kara romanı: 18. yüzyılın, İngilizce’de gothic novels denilen, ve fantastik ve tedirgin edici atmosferiyle tanımlanan İngiliz romanesk eserlerinin tamamı. En ünlüleri şunlardır: Horace Walpole’un Le Château d’Otrante’ı (1764) (Otranto Şatosu), Ann Radcliffe’in Les Mystères D’Udolphe’u (1794) (Udolphe’un Gizemleri), Gregory Matthew Lewis’in Le Moine’ı (1820) (Keşiş) ve Charles Robert Maturin’in Melmoth’u. Bu yapıtlar gerçeküstücülerde gerçek bir hayranlık yaratmıştır.

 

sürrealizm yaşıyor