Neden Anarşist ve Yıkıcı?

8/5/2017 / skopbülten / Uğur Tanyeli

 

Başlığı “Yıkarak Yapmak: Anarşist Bir Mimarlık Kuramı İçin Altlık” olan bir kitabın daha en baştan bazı açıklamalara ihtiyacı var. Örneğin şöyle sorulara yanıt vermek gerekecek: Yıkmakla yapmanın içsel bir bağlantısı mı var ki, başlıkta “yıkarak yapmak” gibi bir ifade kullanılıyor? “Anarşist bir mimarlık kuramı” ne demek? Ve nihayet, kitap neden bir mimarlık kuramı inşa etmek yerine, mimarlık kuramı için sadece bir “altlık” oluşturma iddiasında?

Yıkmakla yapmanın içsel bir bağlantısı kuşkusuz var. Ama yıkmakla yapmak yalın bir karşıtlık da tanımlamıyor. Olsa olsa her yeninin eskinin yıkılmasını zorunlu kıldığını söylemek yanlış olmaz. Bu ifade, yeninin eskinin boşalttığı alanda, bir epistemik vakumda inşa edildiği anlamına gelmiyor. Tam aksine, yeni daima eskinin varettiği bağlamlarda inşa edilir. O yüzden “mutlak yeni” diye bir kavram yok. Her yeninin eskilerle koşullandırılmış olduğunu anlatmaya çalışıyorum. Ne var ki yine de yeni kendisini vareden eskiyi giderek tasfiye eder. Copernicusçu evren kuramı tabii ki Batlamyus kuramıyla mücadele ederek kurulmuştur; onunla bir iddialaşmanın sonucudur, ama bugün bu mücadeleyi sadece bilim tarihçileri anımsıyor. O artık astronomik bir güncel araştırmanın zeminini tanımlar.

Kitabın yıkma-yapma dikotomisini ısrarla vurgulamasıysa, sadece mimarlıkla sınırlı kalmayan bir ölçüde, fakat mimarlıkta sıklıkla, eskiyi feda etmeksizin yeni imal etme beklentisinin sürekli gündemde tutuluşundan ötürü. Anglosakson dünyası dışında neredeyse unutulmuş bir erken 20. yüzyıl İngiliz mimarının, Edwin Lutyens’ın (1869-1944) dediği gibi, “tarihi öldürsek de cesedinden kurtulmayı başaramayız”. Gerçekten de yaşamadıklarını, çoktan öldürülmüş olduklarını bilmek bile eskilerden kurtulmayı kolay kolay mümkün kılmıyor. Üstelik Lutyens’ın bu çok sağduyulu gibi görünen cümlesi o kadar kolay onay görür ki, sonunda mimarlık alanı ısrarla öldüğü kabul edilmek istenmeyen zombilerden geçilmez olur. Genelde her muhafazakâr kültür tahayyülü Lutyens’ın önermesini temel alır. Türkiye’deyse buna “yaşadığımız” tarihsel kopukluğu ve nesiller arası yabancılaşmayı gidermek gibi en azından kısmen yerli ideolojik misyon önerileri de eklenir. Mimarlıkta önermenin inanılırlığı muhafazakâr damarla da sınırlı kalmaz. Dünya genelinde “ilerici”, “öncü”, “avangard” gibi sıfatlarla anılan pek çok kişi ve yönelim, eskileri gözden çıkarmayan, hatta onları çağdaş olanı gerekçelendirmek için hikmet deposu gibi kullanan argümanlar dile getirirler. Buna esinlenme, tarihsel sürece katılım, geleneğe eklemlenme veya gelenekten öğrenme gibi olumlayıcı başlıklar yakıştırılır. Adları ne konursa konsun, sonuçta hepsi de zombi üretiminden pek az farklıdır. Bu kitap işte o zombileri, o yaşayan ölüleri teşhis etmeye ve tartışmaya yönelik bir çaba olarak görülmeli.

 

 

Başlıktaki “anarşist bir mimarlık kuramı” ifadesinin anlamıysa, siyasal bir pozisyon olarak anarşizmle fazlaca ilişkili değil. Burada anarşi terimi mimarlık bilgi alanında egemen iktidar yapılarını –söylemleri, önyargıları, stereotipleri, inançları– sorunlaştırmak isteyişime göndermede bulunuyor. Onların çok zayıf düşünce konstrüksiyonları oluşturduğuna inanıyorum. İktidarlarını da paradoksal olarak o düşünsel zafiyetlerine borçlular. O kadar kolay çürütülebilir, minimal bir çabayla o kadar kolay süpürülebilirler ki, onlar üzerinde hiç düşünülmemesi neredeyse bir zorunluluk olup çıkar. Credo sud absurdum (İnanıyorum çünkü saçma) deyişi sanki mimarlık için söylenmiş gibi görünüyor. Onun söylemlerine, doğruluk tanımlarına, gündelik dilinin kalıplarına inanmayı sağlayan tek şey, üzerinde bir an düşünülse saçmalığının bir çırpıda fark edilebilecek olması. Belki de sadece o yüzden düşünmekten kaçınılır. İnanılır, ikna olunur ve söylemsel ve / veya tasarımsal pratiklerde bulunmaya fütursuzca devam edilir. İman edilmekten vazgeçilseydi tüm bir düşünsel konstrüksiyonun altı oyulacak, zeminsiz kalınacaktı. Çoğunluk bundan ölümüne korkar. Birinci eleştirel hedefimi bu saçmalığın ortaya konması olarak tanımlayabilirim.

İkinci ve çok daha önemli hedefim ise mimarlık söylemlerinde gizli totalitarizm. Onun açığa çıkarılması ve yıkılmasının gerekliliğine inanıyorum. Örneğin, mimarlık düşüncesinin çoğu metninde dünyanın kişisel bir beceriyle cennet kılınabileceği gibi totalitaryen bir beklentiden söz edilir ve çoğu zaman bundan hiç rahatsızlık da duyulmaz. Pek çok metin bunu becerebileceğini iddia eden bir özne tarafından kaleme alınmıştır. Tam şu sözlerle açık açık ifade edilmese de, toplumdan ona sadece susup katlanması talep edilir. Mimara fırsat verilirse, o tüm sorunlarımızı rasyonel mesleki kavrayışı ve plancılık yetenekleriyle çözüverecektir. Sanki toplum mimarın hem meslek enstrümanlarından biri, hem de eylemlerinin nesnesidir. Bu beş yüzyıllık –ve olsa olsa son birkaç onyılda yavaş yavaş aşınan– çelişkili ideolojik pozisyonun mimarlığı da aşan olumsuz uzanımları olduğunu söyleyebilirim. Böyle bir inanç aslında, tasarlayan öznenin çoğunlukla vehmedilmiş iktidarından fazla, siyasal otoritenin denetimsiz gerçek iktidarına uzanan kanala su taşıyor. Diktatoryel iddiaların meşrulaştırılması imkânlarını ortaya koyuyor. Şöyle de diyebilirim: Mimarın tasarımsal iktidarı ile siyasal yöneticinin toplum mühendisliği yapma iktidarı arasındaki mesafe çok kısa. Her ikisi de toplumsallık üzerinde kurulması amaçlanan bir diktaya işaret ediyor.

Bu kitabın neden bir mimarlık kuramı ortaya koymayıp sadece kuramsal bir “altlık” oluşturduğunun açıklaması tevazu değil. Mimarlık alanında olup biten her şeyi açıklayan ve yönlendiren kapsamlı, hatta sistemli kuramsal ürünler yerine, mikro-kuram denebilecek metinler yazmak gerektiği kanısındayım. Yıkılması zor olması için uğraşılmış düşünce ürünleri değil, kolay harcanabilir, do- layısıyla, yenilere varoluş imkânı tanıyan küçük ölçekli düşünce ürünleri yazmak daha verimli olacaktır. Bu kitapta onu yapmaya çalışıyorum. Her bölümü karşıt ya da açımlayıcı ya da revize edici yeni metinlere altlık oluşturursa, ancak o zaman işe yaradığı söylenebilir.

http://www.metiskitap.com

 

mimarlık