Louis Vuitton Müzesi: Paris’te Yeni Bir Eğlence Parkı

 

 

Büyümenin sınırları nedir, bir şey kendi sınırlarından taşmaksızın ne kadar büyüyebilir? Yakın zamanda Paris’in yeşili zengin muhiti Bois de Bologne’da açılan Louis Vuitton Vakfı’na yaptığım ziyaret, genişleme politikaları, ticari anlayış ve kötü sanat hakkında uzun uzun düşünmeme sebep olmanın yanı sıra, çoğu nahoş kimi duygular da doğurdu. Vakıf, internet sayfasında une nuevelle aventure sözleriyle tanıtılıyor: yani, “yeni bir kültürel macera”. Masal olmasın? Bazı dillerde, mesela Danca’da macera (eventyr) tam da masal demek.

Frank Gehry’nin, bir canlıyı andıran binası son derece gösterişli. Acayip mekânsal tertipleri, dönerek küçülen ve gözden kaybolan merdivenleri, yersiz balkonları ve kıvrımlı camlarıyla (kim, nasıl temizleyecek bu camları?) tıpkı lunaparktaki bir eğlence evi gibi. Sanat da bir başka cazibe unsuru, izleyicileri etkileyip eğlendirmesi gereken bir şey olarak lunaparktaki yerini alıyor elbette. Burada iki can alıcı unsur var: boyutlar ve göz boyama. Her şey haddinden fazla büyük; sanat eserleri bile hormonlu gibi. Devasa sergi salonlarının yanında güdük kalmasınlar diye boyutları iyice büyütülmüş. Bir de tabii ilgi ekonomisinin beklentilerini karşılayabilmek için... Ortama genel olarak bir masal havası hâkim. Sanırsınız ki Marie Antoinette, yaklaşmakta olan Devrim’den bihaber, sosyalleşmekle ve evcil hayvanlarıyla uğraşmakla meşgul. Ayaklanmalar başladığı halde II. Nikolay, Fabergé yumurtaları ısmarlamaktan kendini alamıyor. Romantik ve geriye bakan bir hava hâkim, abartılı ve havai. Bu durumda, sanat eserlerine de, kraliyet ailesinin farklı mensuplarına bağlı teatral bir hazinedeki kraliyet mücevherleri muamelesi yapılmasında şaşırılacak bir şey yok.

Tarihsel ya da çağdaş, sanata-özgü ya da toplumsal, politik ya da ekonomik hiçbir bağlam yok. Seçilip yan yana konan eserleri birarada tutan tek şey, bir kanon kurma girişimi. Bir tarih yazım metodu, küratöryal bir yöntem ve sanat kurumu işletmenin ilkelerinden biri olarak kanon oluşturmak hiç de yeni bir olgu değil. Giorgio Vasari, Rönesans’ın “yaratıcıları”nın hayatları hakkında, masalsı unsurların da eksik olmadığı keyifli bir okuma parçası olan Sanatçıların Hayat Hikâyeleri (1550) adlı kitabı kaleme aldığından beri kanon kurma girişimlerinin çeşitli biçimleriyle karşılaştık. Lakin muazzam bir çıkış yapan ticari sanat piyasasının meşruiyet ve destek arayışları kanon oluşturma girişimlerine yeni bir güç ve nüfuz kazandırdı. İşin en ilginç yanı ise, bugünlerde bu yönteme başvuranların, daha düne kadar yapısökümcü felsefenin büyük anlatılara, egemen söylemlere ve diğer iktidar hiyerarşilerine yönelttiği eleştirilerin en ateşli taraftarları arasından çıkması.  

Fakat, burası bir eğlence evi olduğu için, sergilenen kraliyet mücevherlerinin de sahte olabileceği konusunda kuvvetli bir şüphe beliriyor. Anlatının temeline kraliyet soykütüğünü yerleştirmenin oldukça anakronik ve kaba bir yöntem olduğu kısa sürede kendini açık ediyor. Bir kat aşağıya iniyorum ve geniş basamaklara akan suyu görür görmez aklıma St. Petersburg’un saray bahçelerindeki atraksiyonlar geliyor. Göz kamaştırıcı şelaleler, çeşmeler ve yetişkinler için diğer benzeri oyuncaklar sipariş etmekte Rus çar ve çariçelerinin üzerine yoktu – I Petro ve II. Katerina bu işin erbabı olmuşlardı. Dönemin en yetenekli mühendisleri ve mucitleri hükümdarları hoş tutmak için son derece masraflı harikalar inşa etmeye girişmişlerdi. Gehry’nin teknik çözümlerinin ön plana çıkarılıyor olması da bundan çok farklı değil.  

Lüks ürünlere dayanan Louis Vuitton Vakfı o kadar yoz gözüküyor ki felsefenin ustalarından bile itirazlar yükseldi. Aralarında Giorgio Agamben, Jean-Luc Nancy ve Georges Didi-Huberman’ın da bulunduğu bir grup düşünür, geçtiğimiz günlerde Mediapart’da bir makale yayınlayarak, halihazırda sanatın üretim koşulları üzerinde söz sahibi olmaya çabalayan Fransa’nın, en zengin şirketlerinden birinin sanat alanındaki eleştirel sesleri bile satın almayı başardığını ileri sürdüler. Haklı olarak, bunun sanat hamiliğiyle hiçbir alakası olmadığını, sermayesini korumaktan ve çoğaltmaktan başka derdi olmayan bu şirket için meselenin spekülasyondan ibaret olduğunu savunuyorlar. Bu şirketlerin sahipleri, yalnızca üretimimiz üzerinde hâkimiyet kurmak değil, ilgilerimizi denetlemek de istiyorlar. Ve halihazırda tanıklık ettiğimiz bu sermaye-medya simbiyozunun gerçekleşebilmesinin tek sebebi de, yazarlara göre, sanatçıların kendi eserlerinin soğurulmasına ve “tasarlanmış” sanata dönüştürülmesine izin vermiş olmaları.

 

 

Maria Lind’in ArtReview dergisinin Aralık 2014 sayısında yayınlanan “A Funhouse in Paris Brings to Mind a Classic Fairytale” başlıklı makalesinden kısaltılarak çevrilmiştir.