Kültürel Kötümserliğe Övgü

James Ensor, Ölümün Sultasındaki Ölümcül Günahlar, 1891

 

Kültürel kötümserliğin (Kulturpessimismus) kötü bir namı var.

Bu terim 19. yüzyılın sonunda ortaya çıkar. Modernliğe karşı güvensizlik ile kapitalizmin, liberalizmin ve endüstriyalizmin eleştirisinin damgasını vurduğu bir tutumu, bir halet-i ruhiyeyi, bir Stimmung’u ifade eder. 1890-1933 yılları arasında Alman kültürünün geniş bir akımı tarafından paylaşılır.

Peki onu Üçüncü Reich’ın gelişini hazırlayan milliyetçiliğin, ırkçılığın ve antisemitizmin tezahürlerine indirgeyebilir miyiz?

Fritz Stern’in, konu hakkında derin bir malumata dayanarak yazdığı “klasik” eseri Bir Siyasal Tehlike Olarak Kültürel Kötümserlik’te (1961) –Almanca baskısının adı bu– savunduğu tez bu yönde. Bu çalışmada Alman “muhafazakâr devrim”inin üç önemli temsilcisinin yazıları inceleniyor: Paul de Lagarde, Julius Langbehn ve Moeller van der Bruck.

Bu üç yazar hiç şüphesiz birer gerici milliyetçidir – ilk ikisi ise ünlü birer antisemit. Çalışmalarının, başka metinlerin yanı sıra, nasyonal sosyalist ideolojiyi beslediği de aşikâr.

Ancak bu yazarların, kültürel kötümserlik akımının tamamını temsil ettiği söylenebilir mi?

Esasında, Friedrich Nietzsche’nin başlıca felsefi referanslarından birini oluşturduğu Kulturpessimismus çok daha engin bir düşünce tarzını işaret eder ve Mitteleuropa’nın geniş bir siyasal ve entelektüel yelpazesini kapsar.

En önemli hassasiyetlerden biri tevekkül etmiş kültürel kötümserlik: Thomas Mann gibi yazarları, Ferdinand Tönnies ve Max Weber gibi sosyologları veya Oswald Spengler gibi filozofları kapsıyor.

Dönemin Alman kültüründe, başkalarının yanı sıra Stefan Zweig ve Joseph Roth gibi yazarların temsil ettiği bir Yahudi kültürel kötümserliği de var olduğundan, onu antisemitizmle özdeşleştirmek hatalı olur.

Muhafazakâr veya gerici bir kutba sahip olmakla birlikte Orta Avrupa’da solcu bir kültürel kötümserlik de mevcuttur – çoğunlukla da Yahudi düşünürler tarafından temsil edilmektedir. Franz Kafka, Walter Benjamin veya Frankfurt Okulu’nu anabiliriz bu konuda. Başka kültürlerde veya kıtalarda da eşdeğerini bulabiliriz: Orson Welles buna bir örnek olabilir.

Bu andığımız akım liberter fikirlerden ayrılamayacağı için, burada söz konusu olan, kaderci tevekkülle veya kültürel kötümserliğin gerici ve ön-faşist çeşidiyle hiçbir ilişkisi olmayan devrimci bir kötümserliktir. Asıl derdi, seçkinlerin veya ulusun “çöküşü” değil, kapitalizmin harekete geçirdiği teknik ve ekonomik ilerlemenin veya bürokratik aygıtların gayri şahsi ve caniyane egemenliğinin insanlığın önüne çıkardığı tehditlerdir.

Franz Kafka, Orson Welles ve Walter Benjamin, bu solcu kültürel kötümserliğin çok farklı üç çeşitlemesini temsil eder.

Anarşizme sempatisi olan kötümser Kafka, Dava’da “aygıtların” ölümcül iktidarını ve gönüllü bir teslimiyetin kurbanı olan bireylerin direnme kapasitesinden yoksunluğunu vurgular.

Orson Welles’in Dava filmi, farklı bir dilde ifade etse de aynı teşhisi paylaşır ve bir nükleer savaşı ima eden sonucu iyimser olmaktan uzaktır.

Son olarak, Kafka’nın yazılarını sonsuz bir dikkatle okumuş olan Walter Benjamin, Dava’daki sanıkların “umuttan yoksun” oluşundan derin biçimde etkilenmiştir.

Onun kültürel kötümserliği, göreceğimiz gibi hem komünizmden hem anarşizmden esinlenmiştir ve devrimci bir perspektifle, tam da pessimum’un gelişinden kaçınmak üzere “kötümserliğin örgütlenmesini” önerir.

Bu sol kötümserlik abartılı mıydı? Korku salarak felç edici bir etki mi yaratıyordu?

Kafka ile Benjamin’i, gelecek felaketleri kimi zaman etkileyici bir keskinlikle sezen birer “yangın alarmı” olarak değerlendirmek daha doğru geliyor.

Şüphesiz, Auschwitz’i veya Hiroşima’yı öngöremediler: Bu bakımdan yeterince kötümser değillerdi…

Peki bu solcu kültürel kötümserlik, bugün, hızla yaklaşan ekolojik felaketin veya dünyada aşırı sağcı yahut faşizan hükümetlerin görkemli yükselişinin ışığında bir güncellik taşıyor mu?

Her şeye rağmen, (Romain Rolland’ı alıntılayan) Antonio Gramsci’nin önerdiği gibi aklın kötümserliğini iradenin iyimserliğiyle telafi etmek gerekmez mi?

Kendi sonuçlarını çıkarmak, okuyucuya kalıyor… 

 

Michael Löwy’nin, Kafka, Welles, Benjamin: Eloge du pessimisme culturel (Editions Le Retrait, 2019) adlı kitabının önsözüdür.