Kimlik Hapishanesinden Kurtulmak: Yoldaşlar, Cadılar ve Lenin’in Mucizesi

Oxana Timofeeva, St. Petersburg’daki European University’de felsefe dersi veriyor. Chto Delat (Ne Yapmalı?) adlı sanat kolektifinin üyesi. Türkçede yayınlanan kitabı: Hayvanların Tarihi. Aşağıdaki metin yazarın e-flux dergisinde yayınlanan What Lenin Teaches Us About Witchcraft başlıklı yazısından seçilmiş bölümlerin çevirisidir.

 

                                                              Lenin kucağında “Mırletarya” ile, tarih bilinmiyor. Fotoğraf: Maria Ulyanova/Sputnik.

1990’larda, Sovyetler Birliği’nin çöküşünün hemen ardından, Rus boyalı basını eski devlet sosyalizminin liderleri hakkındaki bilinmeyen gerçekleri ifşa eden koca koca makale dizileri yayınlamaya başladı. Bu ilgiden en çok nasibini alan isim Lenin’di, devletin kurucusu olarak her türlü saldırının hedefi haline gelmişti. Tarihçiler ve gazeteciler Lenin’in hayat hikâyesindeki bilinmeyen, tuhaf ya da nahoş gerçekleri ortalığa saçmak için birbirleriyle yarışa girdiler. Hâlâ devam eden bu yazı türü, komünist geçmişten kalan eski bir mirasın yerini almış –veya onu düpedüz tersine çevirmiş– gibidir. Benim gibi Sovyetler’de doğan herkesin aklında Lenin’in hayatından çeşitli hikâyeler kalmıştır. Bunlar arasında mesela, evi aramaya gelen polis memurunu atlatan Lenin,[1] hapishaneden yoldaşlarına gizli mesajlar yazan Lenin,[2] bir fırın ustasına çay ikram eden Lenin,[3] ormanda tatlı bir kızıl tilkiye rastlayan Lenin[4] gibi hikâyeler vardır. Bu Sovyet efsanelerinde lidere her zaman olumlu özellikler atfedilip müşfik bir portre çizilirken, Sovyet-sonrası metinlerde Lenin menfi veya son derece şaibeli bir figür olarak resmedilir. Bu ikinci türdeki metinlerin son örneklerinden birinde, Lenin’in soyunun Batı Avrupa’ya, daha kesin söylemek gerekirse Almanya’ya dayandığı öne sürülüyor. Başka bir makalede araştırma daha da derinleştiriliyor ve Lenin’lerin soyundan birinin, belki de liderin büyük ninesinin, kara büyücü ve cadı olarak nam salmış olduğu için Engizisyon tarafından kazıkta yakıldığı iddia ediliyor.[5] 

 

15. ve 17. yüzyıllar arasında bu “suç” nedeniyle katledilen insanların sayısı göz önüne alınırsa, bu hikâye pekâlâ doğru olabilir. Fakat benim niyetim bu iddianın tarihsel geçerliliğini sorgulayıp Lenin’in hakikaten bu esrarlı kadınla bağı olup olmadığına karar vermek değil. Doğrusu, devrimci liderin bir cadı veya büyücüyle akraba olabileceği fikri bana gayet ilgi çekici geliyor: Lenin, bir Sovyet çocuğu olarak benim kendisine atfettiğim üstün güçlerini, kapitalist modernliğin yükseliş sürecinde Hıristiyanlık adı altında yapılan soykırıma kurban gitmiş birinden almış olabilirdi.

Bu çakışmanın tesadüf olduğunu sanmıyorum. Silvia Federici, Caliban ve Cadı: Kadınlar, Beden ve İlksel Birikim kitabında, kapitalizmin Engizisyon ruhundan nasıl doğduğunu ustalıkla anlatır. Federici, cadı figürünü şöyle tarif eder: “kapitalizmin yok etmesi gereken bir dünyanın cisimleşmiş hali: kâfir, şifacı, itaatsiz kadın eş, yalnız yaşama cüreti gösteren kadın, efendisinin yemeğine zehir koyan ve köleleri isyana teşvik eden obeah kadını”.[6]

Spinoza 1677’de Ethika’da “Bedenin neler yapabileceğini bilmiyoruz,” diye yazmıştı. Oysa yeni doğan kapitalist sistem bedenin ne yapması gerektiğine karar vermişti: çalışacaktı. Federici’ye göre feodalizmden kapitalizme geçişte bedenin çeşitli yetileri, hesaplanabilir ve denetlenebilir bir işgücüne dönüştürülmüştü. Bu dönüşüm için, ortaçağda yaygın olan beden mefhumunun yok edilmesi gerekiyordu: Hıristiyan dini ile büyü ve paganizm arasındaki sınırların hâlâ muğlak olduğu bu dönemde bedene “büyülü güçlerin yuvası” olarak bakılıyordu. Federici’nin deyişiyle: “Beden ölmeliydi ki emek gücü yaşasın.” Bedenin ölümü, kapitalist gelişmenin senaryolarına uymayan her türlü büyü potansiyelinin imhası demekti.  

 

Hans Baldung Grien, “Cadılar”, 1510

 

“Hıristiyan ahlakının acınası bir parodisinden ibaret olan kapitalist ahlak, lanetini işçinin bedenine savurmuştur; onun ülküsü, üreticiyi en asgari ihtiyaçlarına indirgemek, zevklerinden ve tutkularından men etmek, durup dinlenmeden iş çıkaran bir makine parçası rolüne mahkûm etmektir,” diye yazıyordu Paul Lafargue.[7]

Lenin’e, ve bana büyük ilham veren büyük ninesine dönelim. Lenin’in büyük ninesinden miras aldığı pek çok şeyden biri de kuşkusuz mucizelerin mümkün olduğu konusundaki ısrarı olmalı. Yazılarında ve konuşmalarında, siyasi mücadele veya sosyalist devrim uğruna sarf edilen emek gibi, insan gayretinin mucizevi yönünü açıkça teslim etmiştir. Lenin’e göre devrim denen köklü atılım bir “mucize”dir. Badiou’nün terminolojisinde bu türde bir atılımın adı “olay”dır. Ama Lenin’in çerçevesinde “mucize” daha uygun bir tabirdir çünkü tam da imkânsız gibi göründüğü anda vuku bulan bir şeyi tanımlar. İnsanlar, belirli bir durumda karşı karşıya kaldıkları acizliğin üstesinden gelmek için ümitsizce her şeyi göze aldıklarında mucizeler yaratırlar.

Lenin’in siyasetinde Nietzsche’ci bir taraf olduğu açıktır: insanca, pek insanca varlık, zorluğun üstesinden gelen öznedir. Çaresizlikle her şeyi göze alan insan dağları yerinden oynatabilir – bunu hepimiz biliriz, ama cesaretimizi nadiren toplarız. Ronald Boer’in yorumuna göre[8] Lenin’in devrimi mucizeye eş görmesindeki önemli bir sebep, örgütlülük ile kendiliğindenlik, meşhur öncü parti ile halkın kendiliğindenliği arasındaki gerilimdir. Örgütlülük ile kendiliğindenlik diyalektik karşıtlığın iki terimidir, mucizevi görünen de ikisinin sentezidir. Siyasi büyünün başlayıp siyasi tekniğin bittiği yer de burasıdır.

Lenin’in büyüsünün özgün tarafı, mucizelerin bireyler değil birleşmiş insanlar tarafından hayata geçirilmesidir. Materyalist anlamda, Lenin’in mucizesinin olanağının koşulu bizzat kolektifliktir. Devrim büyücülerinin üstün güçleri dayanışma ve yoldaşlıktan ileri gelir. Bence dayanışma ve yoldaşlığın büyücülükle ortak bir yanı var. Büyücülük, cadının bedenini dönüştürerek kişilerüstü hale getirir; cadı aksi halde cadı avı tarafından bireyleştirilir, takip edilir ve cezalandırılır. Yüz yüze bağ kurma biçimleri olarak dayanışma ve yoldaşlık da benzer şekilde bireysel kimliği ortadan kaldırır. İnsanların eşsiz kimliklerinin esas olduğu sevgi ve dostluktan farklıdırlar. Dayanışma ve yoldaşlıkta kimlik kaybolur. Şu veya bu insanı seviyorumdur, ama yoldaşlarıma kimliklerinden, kim olduklarından bağımsız bakarım.

Jodi Dean, yoldaşlık teorisinde, “özgürleştirici eşitlikçi komünizm mücadelesine bağlılık üzerinden fiilî hale gelen türsel bir siyasi unsuru eklemlendiren” dört tez öne sürer:

 

1. “Yoldaş” aynılıkla, eşitlikle ve dayanışmayla tanımlanan bir ilişkinin adıdır. Komünistler için bu aynılık, eşitlik ve dayanışma ütopiktir, kapitalist toplumun belirlemelerini aşar.

2. Herhangi biri yoldaş olabilir, ama herkes yoldaş olamaz.

3. Kimliğin yeri olarak Birey yoldaşın “ötekisi”dir.

4. Yoldaşlar arasındaki ilişki bir hakikate bağlılıkla dolayımlanır. Yoldaşlık pratikleri bu bağlılığı somutlaştırır, onun hakikatini dünyaya işler.[9]

 

Dean’e göre “yoldaş, aynı tarafta savaşan çok sayıda insandan biridir”. Dean’in teorisine, yoldaşlığın başkalaştırıcı ve mucizevi unsurlarını eklemek istiyorum ben de. Yoldaşlar başkası yerine geçebilir. İşin bu suret değiştirme yönü politikayı tiyatroya yaklaştırır – ama çok özel bir tiyatrodur bu, Artaud’nun Vahşet Tiyatrosu’na benzer: Burada, kadim maskeler geri döner ve bir gösteri, dolaysız ve anlık bir iletişim ritüeli sergilerler. Maske, arkasındaki suretten (şayet varsa) daha önemlidir – dolaysız biçimde duygulanım iletir. Bireyselliğin en üstün değer kabul edildiği bir toplumda yaşadığımızı görmemiz lazım. Herkesin bir kimliği olması gerekiyor: Açık seçik biçimde tanınabilir olmak zorunda olmamız anlamında hepimiz özdeşiz. Burada geliştirmeye çalıştığım fikir çerçevesinde yoldaşlık bu kuralı bozar: kimlikçi ideolojiden kopar; bireyi, özerk kişiyi yıkmaya yönelir. Artaud, kendi tiyatro anlayışında, oyuncuların karakterleri temsil ettiği vs. Batı tiyatrosunu hedef tahtasına koyar; onun yerine, vebaya, salgına benzettiği “daha üstün bir tiyatro mefhumu”nu savunur:

 

Tiyatro da veba gibi, ölüm ya da iyileşmeyle çözümlenen bir krizdir. Veba, ardında, yalnızca ölüm ya da sınır bilmez bir arınma bırakan tam bir kriz olduğu için üstün bir illettir. Aynı biçimde, tiyatro da yıkım olmadıkça elde edilemeyen en yüce denge olduğu için bir illettir. O, ruhu enerjilerini yücelten bir sabuklamaya çağırır; ve sonuç olarak, insansal açıdan tiyatro eyleminin veba eylemi gibi ondurucu olduğu görülür, çünkü insanları, kendilerini oldukları gibi görmeye iterek maskelerini düşürür, yalanı, yakışıksızlığı, alçaklığı, iğrençliği, ikiyüzlülüğü keşfeder; duyuların en ince noktalarına dek işleyen maddenin boğucu devinimsizliğini silkeler; ve geniş topluluklara karanlık, gizli kalmış güçlerini göstererek, onları alınyazısı karşısında, o olmadan hiçbir zaman takınamayacakları yiğitçe ve üstün bir tutum takınmaya çağırır.

Ve şimdi ortaya çıkan sorun, çökmekte olan, bunu ayrımsamadan intihar eden bu dünyada, bu üstün tiyatro kavramını benimsettirecek ve artık inanmadığımız dogmaların doğal ve büyüleyici dengini hepimize geri verecek bir küçük insan özeğinin bulunup bulunmayacağıdır.[10]

 

 

 

Yoldaşlıkta da birey yoktur, sadece bir figürden diğerine geçen görünüşler vardır. Yoldaşlar arasında değişmeyen tek şey dayanışmalarının esasıdır: ortak davaları. Yoldaş, omuzları üstüne kendi yüzünüzü yerleştirebileceğiniz biridir; düşman saldırdığında, en gerekli olduğu anda elleri yoksa elinizi verebileceğiniz biridir. Dostluk ve sevgi, birlik beraberliğin gerektirdiği bu türden rahatsız edici eylemleri kaldıramaz – fazla masum, fazla nazik, fazla insancadırlar. Yukarda değindiğimiz gibi, cadı avları, klasik anlamda hümanizmin doğuşuyla aynı tarihe denk gelmiştir. Yoldaşlık bu hümanizmin sınırlarını aşar; bu da onu, gizli ittifakları, canavarlarla teması ve elbette nefes kesici çıplak gece uçuşlarıyla, büyücülükle aynı kategoriye yerleştirir.

Yoldaşlık kolay iş değildir: Büyücülük gibi o da bir bireyin kontrol edemeyeceği güçleri çağırabilir. Goethe’nin, ustası gittikten sonra nasıl yapacağını bilmediği için başlattığı büyüyü durduramayan sihirbaz çırağıyla ilgili hikâyesindeki (1797) gibi, bu güçler yıkıcı da olabilir. Georges Bataille, bu sihirbaz çırağı figürünü sanata benzetir: “Bir kere, ‘sihirbaz çırağı’nın karşılaştığı zorluklar, sanat denen meşakkatli yolda karşısına çıkacaklardan hiç de farklı değildir.”[11]

Bu kişilerüstü çoklukta hiçbiri yoktur. Bu “hiçbiri” ne demek? “Biri”nin var olmasının yapısal açıdan imkânsız olması demek. Bir yoldaş asla yalnız değildir – etrafta her zaman başka birinin daha olması gibi basit bir anlamda değil, daha köklü bir anlamda: daima birden fazla olmanız anlamında. Kalabalık olmanız anlamında. “Tutuklanmaktan kaçınma sanatı”nda, çağınızın engizisyoncuları elinde zulüm görmekten veya diri diri yakılmaktan kaçınmakta böyle başarılı olursunuz. Çok olduğunuzda, polis memuruna arkanızı dönüp ortadan kaybolursunuz. Yoldaşlık, bizi birer birer yakalamaya çalışacak, ama Büyük Büyücüler Enternasyonali’ni asla yok edemeyecek olan cadı avcılarına karşı kalkan oluşturur. Ne kastettiğimi anlamışsınızdır.



[1] Memur kitap raflarına doğru ilerlediğinde Lenin aramaya üst raflardan başlasın diye nazikçe ona bir tabure uzatır, zira yasaklı kitaplar alt raflardadır. Memur alt rafa geldiğinde çok yorulmuş, yasadışı bir şey de bulamamıştır.

[2] Lenin hapishaneden devrimci metinler yazarken gardiyanı atlatmak için sütü mürekkep ekmeği de hokka niyetine kullanır. Gardiyan yaklaşınca hokkayı çabucak yer.

[3] Aleksandr Tvardovski’nin (1938) “Lenin ve Fırın Ustası” başlıklı bir epik çocuk şiiri, Mihail Zoşçenko’nun (1940) da aynı başlıklı bir kısa öyküsü vardır. Hikâyeler birbirine benzer: Lenin sosyalist devletin başına geçtikten sonra, köyün birinde, kendisini tanımayan bir fırın ustasıyla karşılaşır, adam ona kaba davranır. Karşısındakinin Lenin olduğunu öğrendikten sonra korku içinde yaşamaya başlar; gel zaman git zaman, fırını tamir etmesi için Lenin’in evine götürülür. Lenin ona misafir muamelesi eder ve bir fincan çay ikram eder.

[4] Lenin tilki avlamak için ormana gider, ama tatlı hayvan gözlerinin içine bakınca onu vurmaktan vazgeçer.

[6] Silvia Federici, Caliban and the Witch: Women, the Body and Primitive Accumulation (Autonomedia, 2009) s. 11.

[7] Paul Lafargue, The Right To Be Lazy.

[8] Ronald Boer, Lenin, Religion, and Theology (Palgrave Macmillan, 2013).

[9] Jodi Dean, “Four Theses on the Comrade,” e-flux journal no. 86 (Kasım 2017). 

[10] Antonin Artaud, “Tiyatro ve Veba”, Tiyatro ve İkizi içinde, çev. Bahadır Gülmez (İstanbul: YKY, 2009) s. 30-31.

[11] Georges Bataille, “The Sorcerer’s Apprentice”, Visions of Excess: Selected Writings, 1927–1939 içinde, çev. Allan Stoekl (University of Minnesota Press, 1985) s. 223.

beden, canavar