Kaçırılmış Bir Fırsat: 13. İstanbul Bienali

 

Halil Altındere, Wonderland. Fotoğraf: Servet Dilber

 

İstanbul Bienali açılırken havada yine şiddet kokusu var. Devasa bir sergi, sokakların diline yanıt verebilir mi? Ve sokağın özgür ve modern toplum beklentisini karşılayabilir mi?

Öğleden sonra hava sertti. Hatay’daki protestolar esnasında, 22 yaşındaki Ahmet Atakan ölmüştü. Polisin Haziran ortasında kaba kuvvetle boşaltmasından sonra ilk kez Taksim Meydanı’na yürüyordum. Akşam karanlığı çöktüğünde İstanbul’un caddelerinde gene göz yaşartıcı gaz rüzgârları esiyordu. Bir küratör, sokağa destek vermek için kendi açılışını feda etmişti. İstanbul Bienali’nin sanat yöneticisi Fulya Erdemci, hazırladığı sergiyi uluslararası basına daha yeni tanıtmıştı ve sokağın yanında olamadığı için esef duyduğunu söylüyordu.

Göz yaşartıcı köpük

Demokratik bir toplumda düşünce özgürlüğü büyük bir dalga ise, sanatın özgürlüğü de o dalganın üstündeki köpüktür. 13. İstanbul Bienali ise, adeta göz yaşartıcı gazın köpüğünden doğmuş gibi. Bunun ilk işareti Bienal küratörü ve direktörünün kışın Berlin’deki Tanas Galeri’de açtıkları ve sanki yazın olacakları önceleyen “Agorafobi” (sokağa çıkma korkusu) başlıklı sergiydi. Bu sırada, daha direniş başlamadan çok önce kararlaştırılan Bienal konusu, İstanbul’un kime ait olduğu ve şehrin mutenalaştırılma sorunuyla ilgiliydi: Bir şehir, neoliberal çılgınlık içerisinde kültürel ve mimari mirasını nasıl koruyacaktı?  Fulya Erdemci, agorafobiyi yenerek, içe kapalı bir yüksek kültür gösterisi olan önceki Bienal’in ardından, bu Bienal’i sokağa taşımayı vaat ediyordu. Hatta Gezi Parkı ve Taksim Meydanı da planların içindeydi. Bu vesileyle, Amsterdamlı sanatçı grubu Rietveld Landscape, şu sıralar devasa bir cami, alışveriş merkezi ya da barok tarzı bir opera binası inşa edilmek üzere temizlenmekte olan Taksim Meydanı’nı, AKM’den başlayarak, loş bir ışıkla aydınlatmak istiyordu. Böyle harika bir fırsat, çağdaş ve eleştirel sanata nadiren nasip olurdu.

Sokağın diline karşılık çok az sözcük

13. Bienal’de sergilenen 88 sanatçı ve grup içinden, sokaktaki protestolar sırasında ortaya çıkan görkemli ve eşsiz görsel dili karşılayan ancak yarım düzine iş bulunmakta. Halil Altındere’nin “Wonderland” (Harikalar Diyarı) videosu bunlardan biri. Video, yarım asırdan fazla süredir Romenlerin yaşadığı bir mahalle olan Sulukule’nin dar sokaklarında, acı bir siren eşliğinde süren hızlı bir takiple başlıyor. Tahribad-ı İsyan gençleri "mahallemizi yıkmaya geliyorlar” diyerek rap yapmaktadırlar. Video, gençlerin bir polisle karşılaşmalarını ve onu nasıl tutuşturduklarını gösterir. Görüntüler tam anlamıyla sokak-gençliğinin tasavvuruna uygundur.

Otorite sembolik bir biçimde yanmaktadır

Böyle bir iş, ilk defa ücretsiz olan ve kamusal alandan yana olduğunu belirten büyük bir sergi için bir şanstır. Ne yazık ki bu iş, dar bir video kutusu içinde gösterilmektedir. Tüm Bienal katılımcıları arasında gerçek anlamda risk alan yalnızca kötü şöhretli Romen gençlerdir. Evet, burada otorite sembolik biçimde yanıyor ama bu gençlerin görkemli eylemi de bir video gösterisine dönüştüğünde kaynamış oluyor. Aynı durum Hector Zamaro’nun videoso için de geçerlidir. Zomaro’nun Akademi’nin harap olmuş modern mimarisi içinde gerçekleştirdiği performansta,  inşaat ameleleri, tehlikeli bir hız ve bir ritim içinde birbirlerine tuğla fırlatmaktadır. Ne var ki bu cesur performans, Bienal’de video olarak sergilendiğinde, kuramsal sanata doğru evcilleşecektir.

Ücretsiz giriş var ama açıklama yok

Yoldan gelip geçenlerin, gençlerin, aktivistlerin, öğrencilerin, sırf giriş ücreti olmadığı bu sergiye akın etmeleri mi beklenmektedir? Sergiye girecekler de, kavramsal sanatın boyunduruğunda rehberin ağdalı dilini sökmekle mi uğraşacaklardır? Yoksa, yönetimler-yatırımlar ve medya şirketleri arasındaki ilişkileri gösteren Mark Lombardi’nin çetrefilli grafiklerinin izini sürüp hayrete mi düşeceklerdir? Ve neden Anikka Eriksson’un enikli filmi, Türkiye’deki sokak köpeklerine bir dil kazandıracaktır? Bu sergide çağdaş sanatın deyimlerini akıcı bir dille ifade edemeyen, kendini dışlanmış hissedecektir.

 

                                            Annika Eriksson, I am the dog that was always here.  Fotoğraf: İstanbul Bienali

 

Bu yıl İstanbul’da sorulan esas soru şu: Sanat, sponsorların elindeyken gerçekten iddia edildiği gibi özgür müdür? Her ne kadar Bienal uluslararası bir vakıf tarafından destekleniyorsa da, ana sponsorluğu Koç Vakfı üstlenmiştir. Koç Ailesi, bir Krupp veya Rockefeller hanedanı gibidir. Gerek Koç’lar, gerekse Eczacıbaşı ve Sabancı gibi aileler için, sanat sadece bir koleksiyon konusu değil, aynı zamanda Batılı bir yaşam biçiminin koşuludur.  Çağdaş sanat, modern toplumların gözle görülür kimliğidir.

Altı oyulan muhalefet

İstanbul Bienali kuruluşundan beri, uluslararası avangardın Türkiye’de kendisine bir yurt edinmesini vaat ediyordu. Ancak bu vaat yüzeyde kalmıştır. Koç Ailesi’nin Erdoğan rejimiyle arası iyi olmasa da, kültür yöneticisi Erdemci’nin ana sponsor Koç ile kurduğu temkinli ilişki, Bienal’in bağımsızlığını gölgelemektedir.

Koç ismi –diğer iktidar sahibi gruplardan farklı olarak– sergiye katılan aktivistlerin eleştirel şemasında görülmemektedir. İlkbaharda, yerel sanat çevresinin, Bienal’in mutenalaştırmadan kâr edenler tarafından finanse edilmesini protesto ettiği bir performans sırasında, Fulya Erdemci aktivistleri salondan attırmıştı. Kendisine yapılan eleştirileri ise şöyle yanıtlamıştı: “Sanat, tamamen soyut ve temiz bir alan değildir. Sanat dünyası bu sistemin bir parçasıdır ve hepimizin içinde olduğu, aynı parametreler içinde işler.” Bu, oldukça diplomatik bir yanıttı ama sonuçta her türlü muhalefetin de altını oymaktaydı.

Güçlü dalaverecilerin himayesi

Vahşi Batı usulü ile yönetilen Boğaz’daki Bienal, kendini tamamen güç sahibi dalaverecilerin kucağına mı bırakmış durumda? Madalyonun iki yüzü var: Geçmişte de Bienal’in sergi mekânı olan limandaki Antrepo, yakında Bienal’e ev sahipliği yapamayacak, çünkü yerine muhtemelen büyük bir otel yükselecek. Öbür yandan, Koç Vakfı, daha önceden sanatçıların mahallesi olan ama şimdilerde steril bir yere dönüşen Beyoğlu’nun ortasına, 6000 ila 8000 metre kare alanda yükselecek betondan devasa bir sanat müzesi inşa etmeyi planlıyor.

İşte bu nedenle gerçek anlamda riske giren; yüzleri, isimleri ve şarkılarıyla muhalefet eden ve bağımsızlık peşinde koşan yalnızca sanatçılarken, ev sahibi Bienal uysal olarak kalmaktadır. Bienal’in ikinci merkezi mekânı olan Rum okulunun en üst katının tavanından neondan beş olimpiyat halkası sarkmaktadır. Volkan Aslan, bu halkaları çatı kirişinden eriyerek aşağı akıyormuş gibi sergilemektedir. “Games Games Games” isimli bu iş, aktüel bir konu olan İstanbul’un 2020 Olimpiyat Oyunları’na başvurusuna işaret ederek, Tokyo’nun İstanbul’u hezimete uğratmasından memnun bir yorum izlenimi vermektedir.

 

                                            Volkan Aslan, Games Games Games. Fotoğraf: Servet Dilber

 

Belki de Basim Magdy kendi metin-resim-kolajında bu Bienal’in vizyonunu kusursuz biçimde formüle ediyordu: "We came and we left and nothing changed" (geldik ve gittik ve hiçbir şey değişmedi). Bienal’in hayal gücünden yoksun, umursamazca sunulan büyük bir uluslararası gösteriden ibaret kalması, sonuçta sivil direnişin bir bozgunu gibi duyumsanıyor.

 

Bu metin  http://www.sueddeutsche.de/kultur/kunstbiennale-istanbul-vertane-chance-fuer-die-kunst-1.1770447 adresinde yer alan haberden derlenmiş ve çevrilmiştir.

 

 

İstanbul Bienali