İşçi Olarak Mimar: Gayri Maddi Emek, Yaratıcı Sınıf ve Tasarımın Politikası

Aşağıdaki metin, Joan Ockman’ın The Architect as Worker: Immaterial Labor, Creative Class and the Politics of Design (ed. Peggy Dreamer [Londra, Yeni Delhi, New York, Sydney: Bloomsbury Publishing, 2015] başlıklı kitaba yazdığı Önsöz’ün çevirisidir.


 

 

Bir arı, kovanlarının yapısıyla pek çok mimarı utandırabilir. Fakat en kötü mimarı arıların en iyisinden ayıran, mimarın yapısını inşa etmeden önce zihninde kurmasıdır.[1] –  Karl Marx

 

Marx yukardaki satırları 1867’de, Kapital’in ilk cildinde yazmıştı. Bugün, post-Marksist “gayri maddi emek” kavramına göre, zihin emeği ile el emeği arasındaki eski ayrım aşıldı. Günümüzün “bilişsel kapitalizm” olarak bilinen (başka adlarla da anılan) hâkim ekonomik rejimi altında, yeni tasarım ve iletişim teknolojileri, sembolik ürünler ve soyut hizmetler yaratan yeni çalışma biçimleri, kavramlaştırma ile gerçekleştirme arasındaki geleneksel ilişkilerde kısa devreye yol açmış durumda. Sadece fiziksel nesneler değil toplumsal ilişkiler ve imgeler üreten mimarlık da, bu süreçlerden payına düşeni alıyor. Dijital imalat, Yapı Bilgi Modellemesi (BIM) ve (eninde sonunda) otomatikleşmiş şantiyenin doğuşuyla, gerçek kovan ile zihindeki kovan tarihte hiç olmadıkları kadar bütünleşiyor. Aynı zamanda, bilgisayarlı otomasyonun ve uzun mesafeden kontrol süreçlerinin sağladığı imkânlar sayesinde, mimarın performansı da coğrafi olarak binlerce kilometre mesafeye uzatılabiliyor.

Sonuçta, artık hepimiz işçi arılarız... Evet, bir nevi öyleyiz. Kimileri kapitalizmin geçirdiği son dönüşümleri, yeni öznellikler, yeni toplumsallık biçimleri ve yeni özgürlükçü politikalar yaratma potansiyeli taşıdığı gerekçesiyle göklere çıkarsa da, eski çalışma biçimleri ile bilgi temelli çalışma arasındaki ayrımın ortadan kalkmasıyla birlikte kapitalist boyunduruğun alanının –merdivenaltı atölyelerden plazalara kadar– muazzam ölçüde genişlediğini düşünenler de var. Bugün bir iş sahasından diğerine koşturup üçboyutlu yazıcılarını balmumuyla dolduran mimarlar, Marx’ın arılarına her zamankinden çok benziyor olabilirler. Birçoklarının dikkat çektiği gibi, mesainin 7 gün 24 saate yayılması, “esnek” istihdam ve işten çıkarma uygulamaları, sağlık ve diğer sosyal haklar konusunda güvensizlik, ve –özellikle genç, iyi eğitimli mimarlar için– düşük gelir ve ücretsiz staj koşullarında, zihin emeği giderek daha da meşakkatli ve stresli hale geldi.

Nitekim, arılar ve mimarlarla ilgili pasajın yer aldığı “Emek Süreci ve Artı-değer Üretim Süreci” başlıklı bölüme düştüğü bir notta, Marx aynen şöyle yazmış:

 

Gelişmiş emek ile basit emek, “vasıflı emek” ile “vasıfsız emek” ayrımı, bir ölçüde safi yanılsamaya, ya da en azından, uzun süredir gerçekliği kalmadığı halde geleneksel bir eğilim nedeniyle varlığını sürdüren ayrımlara dayanır; bir ölçüde de, işçi sınıfının bazı kesimlerinin içinde bulunduğu ve onları, emek güçlerinin değerini diğerleriyle eşit biçimde talep etmekten alıkoyan savunmasızlık koşullarına dayanır.[2]

 

Marx burada, bazı işçilerin, ya alt konumda olduklarından, ya da emeklerinin değeri, ölçülmesi zor veya ekonomik dalgalanmalara ve üretim tarzındaki değişimlere tabi olduğundan, tarihsel olarak emek güçlerinin karşılığını patronlarından talep edemediklerini öne sürüyor. Bugün “kendi kendinin girişimcisi” olarak kendi becerilerini pazarlamak zorunda olan örgütsüz bir küresel “prekarya” söz konusuyken, bu sorunlar daha da içinden çıkılmaz halde. Fakat, ister yüksek ya da düşük vasıflı olsun, ister mavi-beyaz-pembe yakalı olsun, kalkınmanın tüm aşamalarında ve dünyanın her yerinde, bütün emek biçimleri kapitalizm koşullarında aynı kurala tabi: kâr adına sömürü. Siyasi yelpazenin farklı uçlarındaki kuramcılar –neoliberalizmin savunucularından tekno-ütopyacılara, çalışmanın sonunu muştulayanlardan post-uvriyerist militanlara kadar– çalışmanın gayri maddileşmesini sevinçle karşılasa da, önümüzde duran bir gerçek var: Günümüzün yeni “ağırlıksız” metalarının gelişmesinde “gerçek zamanda çalışan gerçek bedenlere sahip gerçek insanlar”ın da payı var; ve bütün o sayborg protezlerine ve uçuculuğuna rağmen bu emek, kapitalist iktidar tarafından içerilmekten kaçamıyor. George Caffentzis’in “Çalışmanın Sonu mu, Yoksa Köleliğin Yeniden Doğuşu mu?” başlıklı makalesinde dediği gibi, kapitalizm tam da eşitsiz kalkınma üzerinden besleniyor. “ 'Sınai üretimin yerini alan gayri maddi bilgi makineleri'nin sahibi olan sermayenin,” diye yazıyor Caffentzis, “aynı zamanda yeryüzünün dört bir yanındaki toprakların çitlenip özelleştirilmesinde ve bu süreçte açlığın, hastalıkların, düşük yoğunluklu savaşların ve kitlesel sefaletin yaratılmasında da parmağı var.”[3]

Antonio Negri ve Michael Hardt gibi kuramcıların kapitalizmin en ileri sektörüne odaklanmaları, mimarlık söz konusu olduğunda, binaların fiziken hayata geçirilmesinde payı olan (öteden beri olmuş) farklı emek biçimleri arasındaki çelişkileri –ve karşılıklı bağımlılıkları– derinlemesine kavramayı engelliyor. Bugün, hiç de ağırlıksız olmayan inşaat malzemelerinin üretildiği fabrikalar da, gerçek inşaat sahaları da hâlâ tehlikeli alanlar olmaya devam ediyor – özellikle de uzak yerlere, güvenlik kurallarının denetlenebileceği sınırların dışına taşınmışlarsa. Joseph Paxton’ın 1851 tarihli Kristal Saray binasında kullanılan cam panellerin, Manchester yakınlarındaki, çocuk işçi çalıştıran isli bir fabrikadan çıkmış olması gibi, Frank Gehry’nin Bilbao Guggenheim binasındaki metal kaplamalar da sadece Los Angeles’taki Gehry Partners tarafından patenti alınan roket türevi yazılımlardan değil, Rusya’nın bilinmeyen topraklarında hammaddenin elde edildiği titanyum madenlerinden çıkmıştı.

 

 

 

 

 

Bugün mimaride kaynak alımı [sourcing] ve dışardan kaynak alımı [outsourcing] meselesi,  yapı yönetimine havale edilecek sıradan bir mesele değil. “Burası” ile “orası” arasında pek de ayrım kalmadığı artık çok açık. Mark Schapiro, geçtiğimiz günlerde yayınlanan bir kitabında, vaktiyle yoğun çevre kirliliğinin yaşandığı Pittsburgh kentinin yeşillenmesi ile, Çin’in 1960’lardan beri nüfusu dört kart artarak 15 milyonu bulan, İnci Nehri Deltası’ndaki sanayi merkezi Guangzhou şehri semalarının kararmasını birbirine bağlıyor. Pittsburgh’un ekonomisi eskiden sera gazı yoğunluklu imalata dayanıyordu, şimdiyse gaz salan fabrikaların yerini alan “yeşil binalarıyla [Pittsburgh], ABD’de en yüksek çevre-dostu bina yoğunluğuna sahip kent konumunda”, zehirli atıkla dolu nehirlerinin kenarında şimdi “yeşil yürüyüş yolları” var. Geçen zaman zarfında, çelik endüstrisindeki işler Çin’e kaydı, Amerikan kentleri de binalarını inşa ettikleri çeliği şimdi buradan alıyor. “Kısacası,” diye yazıyor Schapiro, “Çinliler bizim adımıza sera gazı üretiyor”.[4]

 

Guangzhou

 

Mimarların, geçtiğimiz yüzyılın bazı dönemlerinde, biraz donkişotvari tarzda olmakla birlikte emek ve üretim süreçlerine doğrudan dahil olmaya çalıştıklarını da hatırlamakta yarar var. 1968’de, Paris’teki Ecole des Beaux-Arts’da boykot yapan mimarlık öğrencilerinin gündemlerinden biri “şantiyelerde her gün üç kişinin hayatını kaybetmesi”ydi, inşaat sektöründeki tehlikeli koşulların iyileştirilmesini talep ediyorlardı. Daha gerilere gidersek, Bolşevik Devrimi’nden sonra Aleksandr Rodçenko, Varvara Stepanova, Lyubov Popova gibi prodüktivist tasarımcılar, fabrikalardaki çalışma koşullarını iyileştirmeye çalıştılar. Yeni proletaryayla dayanışmalarını göstermek için işçi üniforması giydiler, bu üniformaları tasarladılar, hatta Stepanova ve Popova doğrudan tekstil atölyelerine gidip kadın işçilerle birlikte kitlesel tüketim mallarının üretim sürecine katıldı. Bu dönemde, Sovyet işçilerinin yaratıcılığını teşvik etmek ve Taylorist işyerindeki yabancılaşmayı azaltmak için yeni bir “işçi-mucit” kategorisi ortaya atıldı.[5]

Bugün mimarlıkta, ileri teknoloji yönetim teknikleri sayesinde yapım sürecinin tüm aşamalarının entegre edildiği iddia edilse de, gayri maddi üretim retoriği, mimarları maddi bedenler ve mekânlar konusunda hesap verme yükümlülüğünden kurtarıyor – yasal sorumluluktan kaçınma bahanesi sağlaması da cabası. Tarihin en büyük inşaat patlamasının yaşandığı Körfez ülkelerinde, çoğu Güney Asyalı göçmen işçiler, hükümet onaylı özel inşaat şirketleri tarafından sözleşmeli köle muamelesi görüyor, içler acısı kamplarda barındırılıyor, acımasız koşullarda çalışmaya zorlanıyorlar. Bölgeyi 21. yüzyılın turistik bir merkezine dönüştüren şaşaalı anıtları tasarlamaları için görevlendirilen Batılı mimarlar, bugüne kadar sorumluluk almaktan kaçındılar. Frank Gehry, 2017’de tamamlanması planlanan Guggenheim’ın Abu Dhabi şubesi tasarımı siparişi konusunda, Foreign Policy dergisine, “zevk sahibi” ve “müşfik diktatörler”le çalışmayı tercih ettiğini söylüyordu [bkz. Frank Gehry'nin Müşfik Diktatör Sevdası.[6] İnsan Hakları İzleme Örgütü gibi grupların bu bölgedeki inşaat uygulamalarını kınadıkları sayısız rapor birikirken, Gehry’nin durumu kurtarmak için bulduğu çözüm bir insan hakları avukatı tutmak oldu. En son –Zaha Hadid, bir mimar olarak bu tür meselelerle ilgilenemeyeceğini söylediğinde şimşekleri üzerine çekince– işçi sınıfı kökenleriyle övünmeyi pek seven Gehry bir demeç yayınladı: Şirketinin “yıllardır, hükümetler, inşaat sektörü, mimarlar, proje sponsorları ve hükümet dışı örgütlerle [inşaat alanlarındaki çalışma koşulları konusunda] ciddi bir diyalog içinde” olduğunu belirtti.[7]


   

Lyubov Popova                                 Aleksandr Rodçenko                    Varvara Stepanova


      

Zaha Hadid                                                                           Frank Gehry

 

Bu konuya gösterilen yoğun ilgi, ve elinizdeki kitap gibi yayınlar sayesinde belki bir paradigma değişimi gerçekleşebilir. Elbette bugün mimarlıkta emek üzerine kafa yormak için, binaların hem somutlaşmış hem somut olmayan –hem maddi hem gayri maddi– üretimde başladığını, sadece mimarların tasarımlarıyla değil sahadan elde edilen hammaddeyle ve şantiyelerdeki bedenlerle inşa edildiğini kabul etmek gerekiyor. Binaların tamamlandığı yer de burası: ilerde yeniden üretim ve metalaşma döngüsüne girecek imgeler ve “efektler” kadar, gerçek mekânlardaki fiziksel nesneler. Keza mimarın emeği de bu üretim zincirindeki sınırlı bir andan ibaret değil, binanın varlığa gelme sürecindeki her aşamaya hem doğrudan hem dolaylı biçimde dahil oluyor.

Nihayetinde, günümüz mimarlığı bağlamında bahsettiğimiz, dünya ölçeğinde mevcut olan bir işbölümü: bir binanın vücuda getirilmesine dahil olan, birbirinden çok uzak olsa da çevresel açıdan birbiriyle bağlantılı tüm aktörleri ve faktörleri kapsayan genişletilmiş bir “şantiye”. Mimarinin üretiminde maddi ve gayri maddi süreçler hep iç içe olduysa da, bugün bu ikisi görülmedik ölçüde birbirine bağlanmış durumda. İşçi olarak mimar –yani bir kültür üreticisi olarak mimarlık işçisi–söz konusu olduğunda, şu soruları gündeme getirmek istiyoruz: Mimar, mimarinin varlığa gelişindeki tarihsel koşulları ve çelişkileri hem temsil edip hem de somutlaştırmayı nasıl başarabilir? Mimar, maddi kaynakları, imalat teknolojilerini, çalışan bedenleri, meta fetişini ve gerçek, yaşanabilir mekânları aynı anda nasıl düşünebilir? Mimar, gelecekte insanların nasıl yaşayabileceği –ve yeryüzünün nasıl zenginleşebileceği– konusundaki fikirlere yaratıcı ifade kazandırırken, aynı zamanda her türlü mimari çalışmanın işbirliğine dayalı ve toplumsal niteliğini gözler önüne sermeyi nasıl başarabilir? Bireysel imza piyasanın gerici bir damgası ise, bugün mimar, bir tasarımcı [designer] olduğu kadar bir imza-silici [de-signer] de olabilir mi?

 

İçindekiler:

Part I The commodification of design labor

1 Dynamic of the general intellect  Franco Berardi

2 White night before a manifesto Metahaven

3 The capitalist origin of the concept of creative work Richard Biernacki

4 The architect as entrepreneurial self: Hans Hollein’s TV performance “Mobile Office” (1969) Andreas Rumpfhuber

 

Part II The concept of architectural labor

5 Work Peggy Deamer

6 More for less: Architectural labor and design productivity Paolo Tombesi

7 Form and labor: Toward a history of abstraction in architecture Pier Vittorio Aureli

 

Part III Design(ers)/Build(ers)

8 Writing work: Changing practices of architectural specification Katie Lloyd Thomas and Tilo Amhoff

9 Working globally: The human networks of transnational architectural projects Mabel O. Wilson, Jordan Carver, and Kadambari Baxi

 

Part IV The construction of the commons

10 Labor, architecture, and the new feudalism: Urban space as experience Norman M. Klein

11 The hunger games: Architects in danger Alicia Carrió

12 Foucault’s “environmental” power: Architecture and neoliberal subjectivization Manuel Shvartzberg

 

Part V The profession

13 Three strategies for new value propositions of design practice Phillip G. Bernstein

14 Labor and talent in architecture Thomas Fisher

15 The (ac)credit(ation) card Neil Leach

Afterword Michael Sorkin

 



[1] Karl Marx, Capital, cilt 1, çev. Ben Fowkes (Londra: Penguin Books, 1990) s. 284.

[2] A.g.e., 305.

[3] George Caffentzis, “The End of Work or the Renaissance of Slavery? A Critique of Rifkin and Negri”, Common Sense 24 (1999) s. 34; alıntı içindeki alıntı Antonio Negri ve Felix Guattari’den, Communists Like Us: New Spaces of Liberty (New York: Semiotext(e), 1985) s. 21.

[4] Carbon Shock: A Tale of Risk and Calculus from the Front Lines of the Disrupted Global Economy (White River Junction, VT: Chelsea Green, 2014).

[5] Bkz. Maria Gough, The Artist as Producer: Russian Constructivism in Revolution (Berkeley: University of California Press, 2005) s. 167-178.

[6] Benjamin Pauker, “Epiphanies from Frank Gehry: The Starchitect on His First Project in the Arab World-and Why It’s Hard These Days to Find a Benevolent Dictator with Taste,” Foreign Policy, 24 Haziran 2013, http://www.foreignpolicy.com/articles/2013/06/24/epiphanies_from_frank_gehry

[7] Bkz. Anna Fixsen, “What Is Gehry Doing About Labor Conditions in Abu Dhabi?” Architectural Record, 25 Eylül 2014, http://archrecord.construction.com/news/2014/09/140922-Frank-Gehry-Works-to-Improve-Worker-Conditions-on-Abu-Dhabi-Site.asp

prekarite, mimarlık