Foucault’dan Ders Çıkarmak: Yeni Bir Politik Hayal Gücü

Aşağıdaki metin, Amador Fernández-Savater’in Michel Foucault: una nueva imaginación política başlıklı metninin İngilizce çevirisinden alınmıştır. İngilizce metnin tamamı için bkz. roarmag.org


 

Michel Foucault polisle karşı karşıya. Foto: Elie Kagan, 1972.

 

Fransa’da 1977’nin sonlarında, sosyalistler ve komünistler Mart 1978’de yapılacak genel seçimler için bir “ortak program” geliştirme fikrini tartışıyordu. Kimilerine göre, bir “Sol Birlik” sağlayarak, 68 Mayısı’nı kurumsallaştırıp bir seçim zaferine dönüştürmenin zamanı gelmişti. Zaman, “büyük harfle Politika”nın zamanıydı; özyönetimin, doğrudan demokrasinin ve kendi kendine örgütlenmenin, gerçekliği değiştirmek için uygun araçlar olmadığı anlaşıldığına göre, şimdi ciddiyet zamanıydı.

Aynı sıralarda, iki dergi, eğitim, sağlık, şehir planlama, çevre ve emek gibi özgül toplumsal alanlarda değişim yaratmaya çalışan kişilerin katıldığı bir toplantı örgütlüyordu. Dönemin entelektüel semalarındaki belki de en parlak yıldız olan Michel Foucault, toplantıya katıldı ve “mahalle hekimliği” atölyesine kaydoldu. Le Nouvel Observateur (sayı 670), Foucault’nun atölye çalışmalarında edindiği izlenimlere, “Kültürel Bir Seferberlik” başlıklı söyleşiyle yer verdi:

Foucault orada şöyle diyordu:

 

Ben yazılarımı, o atölyeye katılan insanlar gibileri için yazıyor, onlar gibileri için çalışıyorum: yeni sorular soran, yeni insanlar. Entelektüelleri ilgilendirmesi gereken sorular, hemşirelerin veya gardiyanların soruları. Bunlar, Parisli profesyonel entelektüellerin birbirlerine savurdukları küfürlerden çok daha önemli.

İki gün süren yoğun politik konuşma ve tartışmalar sırasında (özellikle iktidar ilişkileri, bilgi ve para konuları tartışılırken), otuz kişiden oluşan “mahalle hekimliği” atölyesi katılımcılarının hiçbirinin ağzından “Mart 1978” ya da “seçimler” kelimeleri  çıkmadı. Bu çok önemli ve anlamlı. Yenilik ve değişim, artık partiler, sendikalar, bürokrasiler ya da politikacılar üzerinden gerçekleşmiyor. Bireysel, manevi bir kaygıdan oluşuyor. Artık ne yapmamız gerektiğini siyaset kuramına sormuyoruz, akıl hocalarına gerek yok. Bu, ideolojik ve derin bir değişim.

Geçtiğimiz on beş yıl içinde büyük bir hareket ortaya çıktı. Anti-psikiyatri bunun modeli, 68 Mayısı da bir olayı idi. Vaktiyle toplumun esenliğini güvence altına alan tabakalarda (örneğin, hekimler), şimdi tamamen değişken, hareketli, alışıldık dil ve yapılardan başka şeyler arayan insanlar var. Buna kültürel devrim diyecek kadar ileri gidemem, ama kültürel bir seferberlik olduğu kesin. Bunu politik olarak ele geçirmek imkânsız: Hükümet değiştiği takdirde sorunlarının çözüleceğine kesinlikle inanmıyorlar. Ben de bundan çok memnunum.

 

Bu son derece provokatif bir hamledir. Büyük filozoflar için, mütevazı bir atölye, sosyalistlerle komünistlerin “ortak program”ı üzerine tartışmaktan daha anlamlıdır. 68 Mayısı’yla dolaysız bağı olan da, bu atölyedir, sol cephenin seçimlerdeki olası başarısı değil. Politik müdahale, hükümet değişikliğiyle ilgilenmeyen küçük bir grup insandan gelmiştir. “Taşın altına elini koymak”, insanların kendilerini aşağılarda konumlandırmalarıyla olmuştur, “büyük harfle Politika” gerçekte küçük harfle yazılırmış gibi...

Foucault’nun bu hamlesi, provokatif olmasına rağmen, hiç de gelgeç bir heves değildir. O sıralarda geliştirdiği kuramlarla tutarlıdır. Peki, Foucault için iktidar, bir politik iktidar meselesi değilse, kendisi iktidardan ne anlıyordu? Parti paradigması dışında direnişten ne anlıyordu? Entelektüellerin özgürlükçü pratiklere katkısı, bildiriler imzalamak veya mevcut durum üzerine demeçler vermek değilse, neydi ona göre?

 

Bir: İktidar Meselesi

“Politik düşüncede de, analizde de, kralın hâlâ giyotine gönderilmesi gerekiyor.” 1976’da böyle yazmıştı Foucault. Bundan kastı neydi? Foucault burada haşmetli bir iktidar figürüne göndermede bulunur: belirli bir yerde yoğunlaşmış, daima uzakta ve yüksekte olan, aşağıdaki tebaası/kurbanlarına dikey olarak iradesini dayatan bir figür. Kralın yerini devlet alabilir, hukuk düzeni ya da sınıf hâkimiyeti alabilir, ama iktidarla ilgili bu anlayış hep yeniden üretilir: toplumun tepesine dikilmiş bir “denetleme odası”. Foucault’nun eserlerinin tamamı, bu zihinsel ve kavramsal şemayı bozma derdindedir.

Büyük figürlerde (devlet, hukuk, sınıf) yoğunlaşan ya da onlardan türeyen bir iktidar anlayışı yerine, Foucault iktidarı “toplumsal kuvvetler alanı” olarak düşünmeyi önerir. İktidar, hükümran bir noktadan aşağı doğru yayılmaz, tüm taraflardan gelir: eğitim, sağlık, şehir, cinsellik ve emek gibi konulara dair anlayış biçimlerimizi (pratiklerimizi) kesen ve düzenleyen binlerce kuvvet ilişkisinden kaynaklanır.

Bu kuvvet ilişkileri sadece hukuki terimlerle (yasaya göre neyin yapılabilir neyin yapılamaz olduğu şeklinde) kodifiye edilmiş değildir. Bedenleri ve davranışları normlara uyduran sayısız hukuk dışı işlemden oluşurlar, ki bunlar yasalardan farklıdır. Hapishaneyi düşünelim: Hapishanenin açık hukuku, buranın mahkûmları topluma geri kazandırma amacı taşıyan bir mekân olduğunu söyler; ama bundan bambaşka bir şey üreten binlerce gündelik işlem vardır: suçlunun damgalanması, suçlu olarak sabitlenmesi ve böylece toplumdan dışlanması. İktidarın salt hukuk temelli analizi, bu belirleyici kuvvetleri göz ardı eder.

Bu toplumsal kuvvetler alanında kuşkusuz “özel yoğunluklu noktalar” vardır: devlet, hukuk, toplumsal hegemonyalar... Bunlar iktidar ağındaki ana düğüm noktalarıdır. Fakat Foucault bunları düşünürken, “nihai formlar” biçimindeki tipik bakış açısını tamamen ters çevirmeyi önerir. Yani, ona göre bunları, kuvvet ilişkileri arasındaki etkileşimin nedeni değil sonuçları olarak görmek gerekir – birincil ve üretici aşamalar değil, ikincil ve türemiş aşamalar olarak. Bunlar, kuvvet ilişkilerinin dış hatları, buzdağının görünen yüzleridir. Devlet aygıtları, hukuk, ve toplumsal hegemonya, daimi bir kaynama noktasındaki gündelik savaşların koyu zemini üzerinde belirginleşerek ortaya çıkan figürlerdir.

Foucault’nun, 1970’lerin hâkim Marksizmine karşı öne sürdüğü bir iddia, bu noktayı açık seçik ortaya koyuyor:

 

Bana öyle geliyor ki, iktidar ilişkilerinin bütününü dayatan, burjuva sınıfı (veya onun bilmemhangi bileşeni) değil. Şunu söyleyebiliriz: Bu sınıf söz konusu ilişkileri kendi lehine kullanıyor, bunlardan faydalanıyor, bunları değiştiriyor, bazılarını pekiştirip bazılarını zayıflatmaya çalışıyor. O zaman, bütün bu ilişkilerin türediği tek bir odak noktası yok; toplamda bir toplumsal sınıfın diğeri üzerinde, bir grubun bir başka grup üzerinde tahakküm kurmasını mümkün kılan, birbirine bağlanmış iktidar ilişkileri var.

 

Katalan gazeteci Jordi Évole, Uruguay Devlet Başkanı Pepe Mujica’yla yaptığı meşhur söyleşide, seçim programını hayata geçirip geçiremediğini sormuştu. Mujica gülerek, “Tabii ki hayır,” demişti: “Siz Başkan’ı, her istediğini yapan bir kral mı sanıyorsunuz?” Mujica bu sözlerinde hafiften “Foucaultcu bir ders” veriyor, politik iktidarın neyi yapıp neyi yapamayacağının toplumsal kuvvet alanıyla koşullanmış olduğunu söylüyordu (bu kuvvetlere, neoliberalizmin amaçlarına ulaşmak için diktiği hukuki çerçeve, toplumdaki öznelerin arzuları ve beklentileri vs. de dahil).

İktidar, işgal edilebilecek veya ablukaya alınabilecek ayrıcalıklı bir yerde bulunmaz. 20. yüzyılın hegemonik devrimci paradigmasının krize girdiği nokta da burası. Toplumsal kuvvet alanıyla ilişki olmaksızın, bu yer boş, bu iktidar iktidarsızdır.

 

İki: Direniş Meselesi

“İktidarın olduğu her yerde direniş de vardır” lafı Foucault’nun ünlü deyişlerinden biridir. İktidarın tek bir noktada (liderler, politik zümre vs.) yoğunlaşmaktan ziyade toplumun her köşesinde üretilip etrafa yayıldığı görüşü, tahakkümün kadir-i mutlaklığı hakkında kötümser bir tez değildir. Bilakis: İktidarı güç ilişkileri olarak tarif etmek, onu, bir eylemle diğer bir eylem arasındaki ilişki olarak tahayyül etmek anlamına gelir. Bir güç edimine cevaben bir başka edim. Güç, edilgin bir nesneye değil, her zaman eylemeye ve öngörülemez bir tepki vermeye muktedir bir başka özneye uygulanır.   

Foucault, 1977 tarihli bir söyleşide her tür direnişi “plebler” olarak adlandırır. Plebler, somut, lokal ve yerleşik iktidar işlemlerine karşı bir o kadar somut, lokal ve yerleşik bir tepkidir. Gücünü tam da buradan alır: İktidara, tam da uygulandığı noktada tepki verir; bir başka yerde değil.  

İkincisi, plebler sosyolojik bir gerçeklik değildir (bu tabir, ortak bir çıkara sahip olanlara ya da aynı sosyal koşulları paylaşanlara atıfta bulunmaz); tam tersine verili kimliklerin çökmesidir plebler. Pleblerden anlaşılması gereken, halk, fakirler ya da dışlanmışlar değildir: “bedenlerde, ruhlarda, bireylerde, proletaryada, ama aynı zamanda burjuvazide çeşitli formlarda, enerjilerde ve tekilliklerde dışarıya doğru genişleyen plebyen bir yan vardır”. İktidar bloğuyla direniş bloğu arasında ikili bir karşıtlık söz konusu değildir: İktidar da direniş de, her şeyin ve herkesin içinden geçer; hepsine nüfuz eder. 

Son olarak, plebler bir töz değil, eylemdir. “Plebler mevcut değildir, ama plebler vardır.” Dostluk mevcut değildir, ama dostluğun varlığını gösteren emareler vardır, demek gibi bir şeydir bu. Vuku bulduğu an dışında var olmayan bir şeydir plebler. Bir olgu, bir tezahür, bir olaydır. 

Plebler gibi devingen, heterojen ve karmaşık bir gerçeklik örgütlenebilir mi? Tabii ki. Nasıl ki iktidar, birbirinden farklı somut ve münferit kuvvet ilişkilerini birbirine bağlayarak kapsamlı stratejiler üreten bir zincir meydana getirebiliyorsa, farklı direnişler de genel bir etki üretmek maksadıyla ‘stratejik bir şekilde düzenlenebilirler’. Bu genel etkiye devrim diyoruz. 

Peki, nasıl? Öncelikle, örgütlenme hakkında düşünürken düşülmemesi gereken en az iki hata var: 1) Basitleştirme (yalnızca özdeş olanlar örgütlenebilir) ve 2) ayrılık (örgütlenebilmek için insanın, direnişlerin gerçekleştiği somut mekânlardan ‘dışarı çıkması’ gerekir). 20. yüzyıldan bildiğimiz ‘politik özneler’ (politik partiler ve silahlı gruplar) bu modeli takip eder: Kendilerini direnişlerin beyni ve eklemlenmesi olarak düşünür; gerçekte homojen, kapalı ve direnişlerin yaşandığı dünyalardan yalıtılmış mekânlar olarak kurarlar.

Dolayısıyla, plebleri stratejik olarak bir sisteme bağlayabilmek için, örgütlenmeyi, farklı direniş noktaları arasındaki ‘dolaşım’ üzerinden yeniden tahayyül etmek gerekiyor. Direnişlerin dağınık ve yerel karakterlerini üstesinden gelinecek bir engel olarak değil, potansiyel bir güç olarak düşünmek gerekiyor. Direnişleri, kendi dünyalarıyla hiçbir organik bağı olmayan merkezî formlar altında biraraya toplamaya çalışmaktansa, “bilgiden bilgiye, siyasallaşmanın belirli bir noktasından ötekine, kesişme ve mübadele noktaları şeklini alan yatay-geçişli bağları” nasıl kurabileceğimiz üzerine düşünmeliyiz.  

Plebler birbirleriyle iletişim kurarak ve direniş pratiklerini genişleterek örgütlenirler. Foucault’nun 1978’de gerçekleşen atölye çalışmalarından bu kadar keyif almasının sebebi hiç kuşkusuz bu atölyelerin, direnişlerin farklılıklarını ve kendilerine has dünyalarını terk etmeden biraraya gelip paylaşımda bulunabilecekleri bir alan açmış olmasıydı.

 

Üç: Bilgi Meselesi

Şöyle diyor Foucault: “Ne zaman teorik bir çalışma yürütmeye kalksam, kendi üzerimde serimlenmesine tanık olduğum süreçlere ilişkin olarak yaşadığım deneyimlerin unsurlarından yola çıkarım”. Foucault, yaşanan deneyime ışık tutabilmek için zamanda ve uzamda çok uzun yolculukları (geçmiş asırlara, gizemli şahıslara, kayıp metinlere yapılan yolculuklar) göze alabiliyordu. Fakat, tüm bu titiz çalışma şimdiki zamanın “sorunları, ıstırabı, yaraları ve dertleri” hakkında düşünebilmek için yapılıyordu.   

Burada mevzubahis olan şey, gerçek hayat deneyimine dayalı düşünme ile kitabi düşünme arasındaki fark. Kitabi düşündüğünüzde, kitaplar sizi başka kitaplara yönlendirir. Gerçek hayat deneyimine dayalı düşündüğünüz zamansa, kitaplar kişisel ve kolektif meselelerle yankılanır.

İnsan Foucault okuduğunda kendini daha bir güçlenmiş, akıllanmış, neşelenmiş hisseder – gelin görün ki onun yaptığı aslında işleri daha da karmaşıklaştırmaktır. Peki, bu nasıl mümkün olabiliyor? Sezgilerim bana şöyle diyor: Düşünmekten gelen neşenin, vardığınız sonuçların rahatlatıcı olmasıyla bir alakası yok; bu neşe daha ziyade belirli bir noktaya kendi başımıza erişebileceğimizi keşfetmekle alakalı. İnsanda kalıcı bir tesir bırakan bir deneyim bu: Kendimiz adına (ne olursa olsun) düşünmeye muktedir olduğumuzu bir kez ispat ettiysek eğer, demek ki bunu tekrar yapabiliriz.

  

Öyle hakikat etkileri yaratmak istiyorum ki, henüz icat edilmemiş biçimlerde, tarif edilmemiş örgütlerde, kim dilerse onun tarafından yürütülebilecek bir savaş için kullanılabilsinler. Konuşmamın sonunda bu özgürlüğü, her kim onunla bir şey yapmak istiyorsa ona bırakıyorum.   

 

Teoriyi alet çantası olarak gören bir entelektüel (ki bu herhangi biri olabilir), bir guru, kâhin ya da rehber değildir; Foucault’nun “özgül entelektüel” olarak adlandırdığı kişidir. Özgül entelektüel, evrensel değerlerden ziyade somut durumların sözcülüğünü yapar. Takip edilmesi gereken çizgiler çizen kişi değil, ortaya serbestçe kullanılabilecek aletler koyan kişidir özgül entelektüel. Her şeyi bilen dış ses değil; bir mücadelenin gücünün sürdürülmesidir.    

 

Çoğul Halde Düşünmek

1978’deki atölye çalışmalarında gerçekleşen tartışmalar “son derece politik”ti. Yine de Foucault “kültürel bir seferberlik”ten bahsetmeyi tercih etti. Neden? Bence, insanların görme ve düşünme biçimlerinde bir değişim gözlemlemişti. Kültürel ya da paradigmatik bir değişim. Peşinde olduğu “yeni politik hayal gücünün” belirli unsurlarına rastlamıştı.

Günümüzde Foucault’dan alabileceğimiz derslerden biri de şu: Küçükten büyüğe geçmekle ya da sokaklardan kurumlara (veya kurumlardan sokaklara) ‘sıçramakla’ politik düşünce olgunlaşmayacak; bunun için, kralın kellesini bir kalemde alarak, çoğul (halde) bir değişimi mümkün kılacak bir dil ve haritalar icat etmek gerekir.

Michel Foucault, iktidar