Foucault ve Marksizm

Aşağıdaki metin, Christopher Chitty’nin “Towards a Socialist Art of Government: Michel Foucault’s ‘The Mesh of Power’ " başlıklı yazısının ilk bölümlerinden kısaltılarak çevrildi. Yazının son bölümleri de önümüzdeki günlerde yayınlanacak.

 

 

Michel Foucault’nun Mayıs 68 olaylarını ne kadar şaşırtıcı bulduğu, Paris Nanterre Üniversitesi’nde bir kadroya atanmasından sonra, aynı yılın Ocak ayında hayat arkadaşı Daniel Defert’e söylediği şu sözlerden anlaşılabilir: “Öğrencilerin, hocalarla ilişkilerinden sınıf savaşı terimleriyle bahsetmeleri ne tuhaf.”[1] Bu sözlere ilişkin yorumlar, kafamızda yerleşmiş Foucault imgesi hakkında önemli ipuçları verecektir. Foucault, Jean-Paul Sartre hakkında alenen yaptığı küçümseyici yorumlardan (1966) ve Kelimeler ve Şeyler (1966) kitabındaki belirgin sapmalardan ötürü kuşağının Yeni Sol mensupları arasında bir anti-Marksist olarak nam salmıştı.[2] Ama daha genç kuşağa mensup olup, radikal filozofun daha geç tarihli portrelerine –Hapishanenin Doğuşu (1974) kitabının yazarı olarak Foucault’ya; Paris sokaklarındaki protestolarda, bir elinde megafon, Sartre’la ve diğer ultra-goşistlerle omuz omuza çekilmiş fotoğraflarına– aşina olan sol eğilimli entelektüeller, aktivist ve ajitatörler, Foucault’nun yukarda yer verdiğimiz itirafını muhtemelen kafa karıştırıcı bulacaklardır. Acaba Foucault, 22 Mart Hareketi’nin fitilini ateşleyecek politik kıvılcımlar karşısında hazırlıksız yakalanmış olabilir miydi? Sonuçta Paris’e şenlikten sonra gelmiş, Haziran ayı sonunda Sorbonne’da düzenlenen son gösterilere katılmıştı.

Ben Foucault’nun bu sözlerini bilinçli bir tefekkür olarak yorumlamayı tercih ediyorum: kendilerini, sanki karşılarında üretim araçlarının sahipleri varmış gibi üniversite hocalarıyla savaşa tutuşmuş devrimci proleterler gibi sunan ayrıcalıklı Nanterre öğrencilerinin tavrı üzerine bir yorum. Foucault, bu çelişkiden çıkardığı sonuçları ortaya koymak istercesine, 1969’da politik tartışmalarda sınıf mücadelesi dilini kullanmaya başladı ve kendi döneminin ruhuna “Marx’a dönüş”ün damgasını vurduğunu ilan etti.[3] Foucault’nun politik değişimi, 1968’de felsefe dersi verdiği Tunus Üniversitesi’ndeki Troçkist öğrenciler arasındayken gerçekleşmişti. Genç Tunuslulardan aldığı ilhamla, hem Marx’tan Rosa Luxemburg’a tarihsel materyalizmin klasik eserleri hakkındaki bilgilerini tazelemiş, hem de Yeni Sol arasında popüler olan Che Guevara gibi figürlere, Kara Panterler gibi gruplara eğilmişti.[4] Tunus’ta grevlerle, boykot ve işgallerle, gözaltı, tutuklama ve işkencelerle geçen o bir seneyi düşünürken, kendilerini Marksist olarak tarif eden öğrencilerinin tavrındaki titizlik ve kesinlikten ziyade, ruhani ve varoluşsal enerjiyi takdir etmişti. Marx’ın tarihsel önemini yitirdiği yolundaki eski iddiasından tümüyle vazgeçerek, şuna kani olmuştu: “[...] mit, gerekliydi. Mücadeleye başlayabilmek için politik bir ideoloji veya politik bir dünya algısı, insan ilişkilerine ve durumlarına dair politik bir algı kesinlikle şarttı.”[5]

Bu sözler, Marx’tan çok Sorel’i akla getiriyor; fakat yine de Foucault’nun, yaşadığı dönemin politik muhayyilesini yakalamak için yeni bir mit ördüğünü söylemek çok mu ileri gitmek olur? Foucault’nun, “iktidar” terimini kavramsal olarak açarak, başka bir “dünya algısı” ortaya koyduğu söylenebilir mi? Sonuçta Foucault’nun bu konudaki en temel içgörüleri –iktidarın baskıcı olmaktan ziyade üretici olduğu; bizzat bireyselliğin, tarihsel bir iktidar örgütlenmesinin ürünü olduğu fikri– tarihin hilesine dair bıkkın bir uyarı değildir. “İktidarın daima galip geldiği” anlamına gelmez bu. Aksine, bir araştırma gündemi öne sürer: “şayet iktidar insanları eziyor, veya silahlarla ya da idarecilerle onları sindiriyorsa, insanlar muhakkak iktidarın hayata geçirilmesine temel bir tehdit oluşturdukları içindir” şeklindeki hipotezi tarihsel açıdan doğrulamaya çalışmak. Foucault’ya göre, ezilenler de muazzam bir “iktidar ağı”nı kullanırlar. Tarihsel bir sürecin edilgin kurbanları değildirler; iktidar, tarihsel açıdan olumsaldır. Ezilenlerin direnişi, iktidarın mevcut örgütlenmesini biçimlendirmiştir. Bu görüş çerçevesinde, devrim hakikaten benzersiz bir olaydır.

Bu politik fikirler kinik olabilir, ama Marksist politik düşünce geleneğine tamamen yabancı değildirler. Sözgelimi, yukardaki formülasyonlar Benjamin’in ezilenlerin tarihinden devşirdiği derslere çarpıcı ölçüde benzemektedir – özellikle de devrimci olanağın “zayıf mesihçi gücü” fikrine.[6] Foucault meslek hayatı boyunca ezilenlerin sesine kulak vermiştir. Yazdığı eserler ve kullandığı kaynaklar adeta infial uyandıracak niteliktedir, çünkü kütüphanelerde onca zaman geçirerek gün yüzüne çıkardığı unutulmuş seslere, Bentham, Marx, Freud, Decartes, Smith, Machiavelli, Rousseau gibi büyük düşünürlerden çok daha fazla yer vermiştir. Marx ve Benjamin’in de tercih ettiği bir yöntemdi bu. Foucault “yararsız âlimliğin tatlı farmasonluğu” diye bahsetmişti ondan.[7] Batı düşüncesinin en üstün vesikalarına dalmakla birlikte, kendine temel aldığı düşünceler üzerine bir izahat veya yorum yazmaktansa, 19. yüzyılda yaşamış hermafrodit Herculine Barbin üzerine kitap yazmaya çok daha yatkındı. Dolayısıyla, onun etkilendiği düşünsel kaynakları meydana çıkarmak çok titiz bir okumayı gerektirir.

Foucault’nun yıldızının, kitle iletişim çağının başında, Fransa’da trente glorieuses [muhteşem 30 yıl/1945-1975] olarak anılan dönem içinde parladığı düşünülürse, karışık ve dikkat çekici kavramları tam da medyanın bu artan gücünü akılda tutarak oluşturmuş olması muhtemeldir. Batıl inanca davetiye çıkarırcasına, bir kelime üzerinden felsefe yapmanın tehlikelerini sezmediğini sanmak yanlış olur. Frankfurt Okulu ve Sitüasyonist Enternasyonal’in tutumuna karşılık, Foucault kitle iletişim teknolojilerini eleştirmekten imtina ediyor ve bunları çoğunlukla, söylem olanakları alanını genişleten nötr araçlar olarak kabul ediyordu. Bunun bir sebebi de, muhtemelen, her daim televizyonda boy gösteren meşum nouveau philosophe figürünün yükselişini haber verircesine, bir kamusal entelektüel olarak söz konusu medya aygıtını büyük ustalıkla yönlendirip kullanmasıydı. Ancak bu tutumu da ilkeli bir tavrın sonucuydu. Foucault’nun metodolojisi “yüksek” ve “düşük” kültürel formlar arasındaki ayrımlara direniyordu: Bir dönemin cezalandırma paradigmasını keşfetmek için Bentham’a da bakabilirdi, Pennsylvania’daki bir Quaker hapishanesinin planına da, Fransa’daki bir taşra hapishanesinin günlük rutinine de. Machiavelli’yi akılda tutarak, “iktidarın yerel kinizmi” diyordu buna.

Foucault’nun kavramsal problemlerini eklemlendirmek ve dayanaklarını kavramak için, öncelikle iktidar üzerine düşüncelerini hem kendi yaşadığı dönemin şartları hem de kendi şartlarımız içinde konumlandırmamız gerekir. Böyle bir bağlam oluşturmak, Foucault’nun düşüncesinin bugüne dek öğrenegeldiğimiz alımlanma ve yeniden kurulma biçimini kafamızdan atmamıza yardımcı olacaktır. Onun geniş kapsamlı tarihsel argümanının rasyonel özünü ortaya çıkarmak için, çoğu zaman son derece güzel olsa da yer yer dikkati dağıtabilen betimleyici diline mesafe almamız gerekiyor. Foucault’nun kendisi de sık sık ortaya attığı kavramlara retorik mesafe almış, bunlara titiz birer kuramlaştırmadan ziyade bir düşüncenin yerini tutan işaretler muamalesi etmiştir. Burada özel bir Foucault okuması önerdiğimin farkındayım; onun için de böyle bir okumanın kilidini açmak üzere, Foucault’nun İngilizce’de yayınlanan toplu eserlerinin hiçbirinde her nedense yer verilmemiş “Les mailles de pouvoir” [İktidarın Halkaları][8] metninin çevirisini sunuyorum.

Foucault’nun 1976’da Bahia Üniversitesi’nde verdiği bu konferans, teybe kaydedilip çözüldükten sonra önce Portekizce olarak [“As Malhas de poder” başlığıyla] yayınlanmış, ardından tekrar Fransızcaya çevrilerek Dits et écrits derlemesinde yayınlanmıştır – şimdi de internet üzerinden İngilizce olarak sizlere sunuluyor. Bir iktidar ağının “halkaları”, deliklerinin boyutu veya ölçüsü, internet çağı için bilhassa yerinde bir metafor; yeni kapma [capture] ve kaçma [slippage] türlerine gayet uygun düşüyor. Bu çalıntı metnin size aktarılması da, Foucault’nun vaktiyle hakikat söylemi veya parrhesia dediği şeyi dolaşıma sokmayı kolaylaştıran teknolojilerin gelişmesinin bir sonucu. Nitekim, Foucault’nun 1970’lerin sonuna ait çalışmaları, unutulmuş bir geçmişten gelip, düşüncesindeki bütünlük ve kopukluklara dair varsayımları altüst ederek yeni sezgileri ve yeni sınırları ortaya çıkaracak bir saatli bomba gibidir.

 

Foucault’nun Entelektüel Krizi ve “İktidarın Halkaları”

Foucault’nun 1969’da girdiği “politik dönemeç” ve sonraları “kendilik kaygısına” yöneldiği “etik dönemeç”, onun entelektüel tarihinde en sık atıfta bulunulan dönemlerdir. Bu dönemleştirme, eserlerini erken, orta ve geç dönem olarak net biçimde üçe ayırmaya yarayan bir bölümleme sağlar. Foucault üzerine yapılan çalışmalarda bu dönemeçler kaydedilmekle birlikte, sebepleri açıklanmaz. Bunların Foucault açısından ne anlama geldiği konusunda iyi temellendirilmiş bir analize girişenlerin sayısı çok azdır, çoğu incelemede bu konudaki boşluk dedikodu ve spekülasyonla doldurulmaya çalışılır.

Bu sorunlara bir de, Foucault’nun alımlanışı meselesi eklenmiştir. Fransız tarihçi François Cusset, “Amerikalıların Fransız teorisiyle macerasının”, karşılaştırmalı düşünce tarihindeki bir paradoks olduğunu söyler. Cusset’ye göre, “Derrida, Foucault, ve Deleuze ile ortakları”, ABD’de “anti-Marksist olduğu varsayılan görüşleri nedeniyle” sıcak karşılanıp aynı ambalaja sokulurken, “sol Marksizm’le gizli bir ittifak içinde oldukları gerekçesiyle kendi anavatanlarında yasaklıydılar”.[9]

Foucault’nun ABD’deki alımlanma biçimi, çeşitli sebeplerle, egemen Foucault algısına dönüştü ve kavramları birçok politik ontoloji içinde billurlaştı: queer teoride “normatiflik”; Giorgio Agamben, Michael Hardt ve Antonio Negri’nin eserlerinde “biyopolitika” ve savaş, gibi. Ama bu ontolojilerin hiçbiri, düşük büyümenin damgasını vurduğu kapitalizmden ve bu durumun devlet iktidarı, toplum kurumları ve direniş mücadeleleri açısından doğurduğu sonuçlardan müteşekkil politik-ekonomik ufkumuza cevap vermiyor. Balon ekonomisiyle, devlet egemenliğinin görünürde aşınmasıyla, karşı-küreselleşme ve savaş-karşıtı çoklukların dağınık direnişiyle tanımlanan dönem, yani Foucault’dan mülhem bu konjonktür değerlendirmelerine 1990’larla 2000’lerin başında belli bir keskinlik kazandıran dönem kapandı, yerini bambaşka bir konjonktüre bıraktı: ekonomik iflas, eski tarz sınıf iktidarının konsolidasyonu, egemen borç krizleri, Avro-Amerikan askerî kudretinin kendini yeniden ortaya koyması, ABD ve Avrupa’da kemer sıkma önlemlerine karşı beliren mücadeleler, ve Ortadoğu’da otoriter rejimlere karşı baş gösteren halk ayaklanmaları.

Foucault’nun, ekonomik krizin erken dönemine ait politik düşünceleri, özellikle de sermayenin kriz eğilimlerini idare etmek üzere ortaya çıkan yönetim sanatı olarak neoliberalizm üzerine düşünceleri, içinde bulunduğumuz konjonktürün ışığında titizlikle yeniden değerlendirilmelidir. Foucault’nun düşüncesini yeniden değerlendirmek için elzem olan çalışmalarının, yani Collège de France’ta verdiği kamuya açık derslerin tamamı yayınlandı.[10] Önceden sınırlı bir uzman çevresinde korsan olarak dolaşıma sokulan kasetler üzerinden yayılan bu dersler, bugün Foucault’nun 1971’den 1984’te ölene kadar izlediği düşünsel güzergâhın kamusal bir kaydını oluşturuyor. Foucault, ölümünden sonra hiçbir çalışmasının yayınlanmamasını vasiyet etmişse de, üstelik kürsüde konuşmasını bölen kayıt cihazlarına “alerjisi” olduğunu itiraf etmişse de, bu kayıtların önemini anlamıyor değildi: 1976 tarihli bir derste teslim ettiği gibi, “mesaj muhakkak yayılır”.[11] Gerçekten de bu yayınlar sayesinde Foucault’nun dersleri, sırlara eşlik eden demagoji ve gizemleştirmeden kurtulmuştur. Derslerdeki açıkyüreklilik, 1976-1979 arasındaki çarpıcı bir geçiş dönemini ortaya çıkarmaktadır: Foucault’nun, geç dönemini tanımlayan etik meselelere dönmeden önce, derin bir entelektüel kriz yaşayıp bir özeleştiri tasarısına giriştiği dönemdir bu.

Artık bu dönemin entelektüel anlamını değerlendirebilecek, ve son derece üretken bir yazar olan Foucault’nun 1976-1983 arasında neden hiçbir eser yayınlamadığı konusunda fikir yürütebilecek bir noktaya gelmiş olabiliriz.[12] Bu entelektüel kriz ve özeleştiri döneminden çıkan düşünceler, Foucault’nun iktidarı kuramlaştırmaya yönelik daha erken tarihli çalışmalarındaki sezgilere ve sınırlılıklara ışık tutabilir mi? Foucault’nun bu dönemde devlet yönetimi, tarihsel bilinç ve ekonomi politik problemleri üzerinde durması, ordu, hapishane, tıp ve psikiyatri gibi kurumların iç fizyonomilerini incelediği daha önceki çalışmalarından uzaklaştığının işareti midir, yoksa bu çalışmaların bir nevi tamama ermesi mi?

Foucault’nun problematiği, ve “biyopolitika”, “panoptisizm”, “yönetimsellik” gibi bildik neolojizmleri; ayrıca, “dışarının olmadığı” sıkı sıkıya örülmüş bir “iktidar ağı” fikrinin uyandırdığı karanlık atmosfer, yaklaşık 35 senedir dolaşımda. Fakat bu terimler, yer aldıkları özgün metinlerde bulunmayan bir anlamla donatıldı. Bu dil ve ona atfedilen çeşit çeşit politik değer –liberal, anarşist, radikal– kâh moda oldu, kâh gözden düştü. Teoriyle haşır neşir olanlar, tercih ettikleri (veya düşman oldukları) Foucault’cu jargona göre ayırt edilebiliyor. Bu dönemden biraz uzaklaştığımıza göre, belki de artık Foucault’nun devlet, yasa veya hak gibi burjuva kavramlaştırmalarına başvurmadan politika üzerine düşünme çabalarını yeniden değerlendirebiliriz. Foucault’nun eski düşmanları (psikiyatri, üniversite, hapishane, hümanizm, haklar söylemi, ve insanı durmadan cinselliğini açıklamaya zorlayan amansız saplantı), Foucault’nun bunlara dair analizlerinin gördüğü rağbet oranında çoğalıp yayılmaya devam etti. Bu paradoksal durum, insanda şöyle bir kuşkuya yol açıyor: Acaba bu iktidar kurumları, ortaya çıkışları konusundaki tarihsel hafızayı canlandırma çabasından hiç mi olumsuz etkilenmedi? Vaktiyle bu kurumlara meydan okumuş toplumsal hareketlerin yokluğunda, Foucault’nun 1970’lerin ortalarına kadar ortaya koyduğu tarihsel sunum, yenilgiyi ve ağır bedelli zaferleri yaşamış bir mücadele için yapılmış bir ön propaganda ve ajitasyona dönüşebilir.

Bu sonuca varmak için belki erkendir, ama Brezilya’daki radikal öğrenciler karşısında “İktidarın Halkaları” başlıklı konuşmasını yaptığı sıralarda Foucault’nun kendisi de bunu az çok kabul ediyordu. Cinselliğin Tarihi’nin birinci cildinin yayın öncesi düzeltilerini yaparken, Collége de France’taki “dinleyicileri”ne (Collége de France’ta öğrencilere böyle denirdi) bir nevi entelektüel kriz yaşadığını açıkça itiraf etmişti. 1976 derslerinin [Toplumu Savunmak Gerekir] ilk seminerinde, entelektüel projesinin anlamını ve bütünlüğünü sorgulayarak başlamıştı konuşmasına. Araştırma gündeminin “süreklilik oluşturmadığı”nı, “aynı yollara, aynı konulara, aynı kavramlara geri döndüğü”nü düşünüyordu ve sonuçta “hiçbir kapıya çıkmayacağı”ndan endişe ediyordu. Kendi soybilim yöntemini, “üniversitede somutlaşmış bilimsel söylem”e karşı “bilgilerin başkaldırısı” olarak tanımlayan Foucault –burada eski hocası Louis Althusser’e yönelik saldırısı gayet açıktır– kendi düşüncesinin tarihselliğiyle, ve hem üniversitenin hem de Marksizmin Fransa’daki kültürel konumlarının değişmesiyle yüzleşiyordu. Çalışmalarının “yaşadığımız şu son on ya da on beş, en fazla yirmi yıllık, çok sınırlı döneme denk düştüğünü” söylüyordu. “Konjonktürde [yaşanan] birtakım değişiklikler”, artık ona “mücadelenin çehresinin belki de aynı olmadığını” düşündürmekteydi.[13]

Bu tarz temkinli değerlendirmeler insanı düşündürüyor. Hapishanenin Doğuşu daha bir sene önce, Fransa’da hapishanelerle ilgili eylemlerin yoğunlaştığı bir dönemde yayınlanmış ve büyük övgü toplamıştı. Hapishaneler Hakkında Bilgi Grubu’nun (Groupe d’information sur les prisons, GIP) faaliyetleri, hapishanelerde eşi görülmemiş bir grev dalgasını tetikleyerek, Fransa’da ceza uygulaması ve sisteminde başarılı reformların yapılmasını sağlamış, ceza aygıtını daha şeffaf ve açık hale gelmeye zorlamıştı. 1971 yılı sonbaharında Fransa çapında 20 hapishanede aynı anda isyan çıkmıştı.

 

Jean-Paul Sartre, Gilles Deleuze ve Michel Foucault, 17 Ocak 1972, GIP basın toplantısı (Foto: Elie Kagan)

 

GIP’in başarısı büyük ölçüde, üyelerinin çoğunun politik faaliyetleri nedeniyle hapis yatmış olmasından ileri geliyordu – Fransız devletinin devrimci faaliyeti kriminalize etmesi, suçun politikleştirilmesini tetiklemişti.[14] 19. yüzyılın işçi anketleri geleneğinin ilginç bir  Maocu uyarlamasını yapan GIP, mahkûmlara kaçak olarak ulaştırdığı anketlerle, sistemdeki zayıf noktaları keşfedip bunların giderilmesi için ne tür taleplerde bulunması gerektiğini anlamayı amaçlamıştı. 1970’lerde İslam Ulusu mensuplarının hapishanelerde örgütledikleri direniş ve açtıkları davalar sayesinde hükümlü haklarıyla ilgili ciddi iyileşmelerin sağlandığı ABD’de de mahkûmlar benzer reformların hayata geçirilmesini sağlamışlardı.[15] Bu dönemde Fransa’daki hapishanelerde, ABD’dekilerden farklı olarak, ziyaretçi kabul edilmiyordu, dolayısıyla içerde olup bitenlerle ilgili bilgi edinmek çok zordu. Foucault ilk hapishane ziyaretini ABD’de bulunduğu sırada yapmış, mahkûm isyanının bastırıldığı Attica Islahevi’ni gezmişti.

Foucault’nun ünü arttıkça, kamuya açık dersleri de öğrencilerle etkileşime yeterince fırsat vermeyecek kadar kalabalık ve rahatsız olmaya başlamıştı. Politik açıdan, 68-sonrası Fransız goşizminin ve “yeni toplumsal hareketler”in enerjisi sönümlenmeye yüz tutmuştu. Foucault’nun 1970’lerin başında örgütlenip birlikte gösterilere katıldığı çevre yavaş yavaş dağılıyordu. Maocu yoldaşlarından bazıları, totalitarizme veya teolojik meselelere kafayı takmış, üstelik Foucault’yu esin kaynakları olarak anan akademik şöhretlere, nouveaux philosophes’a dönüşmüşlerdi. Fransız Komünist Partisi’nin (FKP) Stalinist Marksizmi de çözülüyordu. FKP, François Mitterand’ın yeni Sosyalist Parti’siyle (SP) ittifak yapmış, 1973’te bu partiyle ortak bir programa imza atmıştı. “Proletarya diktatörlüğü” bahsinden tümüyle vazgeçen FKP, 1976’da Aleksandr Soljenitsin’in Sovyet çalışma kamplarını ayrıntılarıyla anlatan Gulag Takımadaları kitabının Fransızca baskısının çıkmasıyla kopan fırtına sırasında Lenin’in mirasını yeniden değerlendirmeye zorlanmıştı. FKP’nin SP’yle ittifakı sayesinde 1981’de Mitterand cumhurbaşkanı oldu. Bütün bu gelişmeler, Fransa’da solun 68-sonrası entelektüel ve politik topraklarında tektonik bir kayma yaşanması anlamına geliyordu.

1970’lerin ortalarında sona eren konjonktür, 1954’te Cezayir Bağımsızlık Savaşı’yla başlamıştı. Bağımsızlık Savaşı, Fransa’da bir politika ve entelektüel faaliyet alanının inşasına katkıda bulunmak yerine, böyle bir alanın olumsuzlanmasına yol açmıştı – Sartre, Simon de Beauvoir ve Les temps modernes bu açıdan istisnaydı. Fransız kolluk güçlerinin uyguladığı şiddet ve işkence haberleri, Cumhuriyet geleneğine ve sözümona evrensel değerlerine ağır bir darbe indirmişti. 1957 Cezayir Savaşı’nın, 1958’de Cezayir’deki darbe ve askerî cuntanın, Dördüncü Cumhuriyet’in çöküp Charles de Gaulle’ün çok daha etkili bir yürütme gücüyle başa geçmesinin ardından, FKP-dışı sol, FKP ile SP’nin Nazi işgalinden sonra elde ettiği manevi ve politik üstünlükten yararlanıp net bir program belirlemekte başarısız olduğunu öne sürdü. Bu görüşe göre, bu iki parti artık Fransız işçi sınıfının tarihsel çıkarlarını veya bilincini temsil etmiyordu. Kendiliğindenlik, Fransız radikalizminin uzun geçmişe sahip politik mirası çerçevesinde, ülkenin yegâne devrimci umudu olarak görülüyordu. Sartre ve FKP-dışı solun diğer mensupları, Parti’nin Macaristan’daki Sovyet işgalini ve Cezayir Savaşı’nı desteklemesini, ya geleneksel Fransız işçi sınıfı içindeki bir muhafazakâr sapma olarak, veya işçi sınıfının politik organlarının reformizme sapması olarak görüyorlardı. FKP-dışı sola mensup birçok entelektüel nezdinde artık Parti devrimci bir özne değildi. Althusser bu açıdan istisnaydı.

İkinci Dünya Savaşı sonrasında yaşanan ekonomik ve demografik canlanma sırasında üniversite sisteminin hızla genişlemesi, Vietnam Savaşı’na muhalefetle birleşince, 1968’deki mücadeleler açısından elzem olan yeni bir politik aktörü ortaya çıkarmıştı: genel itibarıyla gençlik, özel olarak da öğrenciler. Eğitim seviyesi giderek yükselen nüfus, tarihte eşi görülmemiş bir kültürel gazetecilik piyasası yarattı, bu da Parti-dışı entelektüellere daha büyük iktidar ve etki kazandırdı. Fransa’da Socialisme ou Barbarie ve Sitüasyonist Enternasyonal çevresinin çalışmalarının temsil ettiği Parti-dışı Marksist gelenek, nüfusu harekete geçirmek için devrimci ajitasyonun müesses sendika ve partileri devredışı bırakması gerektiği sonucuna varmıştı.

Üçüncü Dünya’daki bağımsızlık mücadeleleri ve Çin ile Küba’nınki başta olmak üzere politik atılımlar, devrim teorisinde önemli değişiklikler doğurdu. Regis Debray, 1967’de, fokoculuğu [foquismo] savunduğu Devrimde Devrim kitabını yayınladı: Che Guevara’nın 1959 Küba Devrimi’ndeki gerilla savaşı deneyiminden hareketle, silahlı bir devrimci öncünün halk arasında ayaklanma dalgalarını yaymasını öngören viral bir teori. “Gündelik hayatta devrim” sloganı altında, ve yabancılaşma kavramı üzerinde yeni bir vurguyla, Marksizm yeni toplumsal hareketlerin teorik yuvası oldu. Nitekim Mayıs 68 olayları, halihazırdaki bu politik akımlarla birleşmişti. Mayıs-Haziran 1968’den sonra devrim artık sadece üretim araçlarına kimin sahip olduğu meselesinden ibaret görülmüyordu. Devlet yönetimindeki kapitalizm, yeni devrimcilerin tespit ettiği sorunlara çözüm değildi. İşbölümüne, özellikle de işçileri hizaya getiren yönetici, sendika lideri, müfettiş ve memurlardan oluşan otorite yapılanmasına karşı çıkılmalıydı.

Andre Gorz, Les temps modernes sayfalarında Mayıs 68’in Batı Avrupa’daki devrim ufkunun kanıtı olduğunu yazdı ve devrimin başarısızlığından FKP ile İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nu (CGT) sorumlu tuttu. Les temps modernes, 1969-1971 arasında açıktan Leninizm eleştirisine yönelmiş ve radikal demokratik bir perspektiften kurumlara saldırmaya başlamıştı; dergi, okurlarını işbölümüne karşı mücadele kapsamında “Üniversite’yi yıkmaya” çağırıyordu. Mücadele üretim alanıyla sınırlı tutulmamalı; ırk ve sınıf ayrımlarını yeniden üreten, işbölümüne yol açan, kadınlara atfedilen geleneksel rolleri destekleyen, yurttaşlarla yurttaş olmayanlar arasındaki ayrımlara temel sağlayan üstyapı aygıtlarına da karşı çıkılmalıydı.[16]

Aşırı solun bu dönemde yürüttüğü parlamento-dışı politika, sonradan Proleter Sol’u (Gauche prolétarienne) kuracak grubun 1969’da yayınladığı Vers la guerre civile (İç Savaşa Doğru) başlıklı metinle ilan edilmişti. Metinde Mayıs 68’in, “devrimi ve sınıf mücadelesini bütün stratejilerin merkezine yerleştirdiği” söyleniyordu. Vers la guerre civile, öncü illegal doğrudan eylemi, lümpen proletaryanın devrimci potansiyelini, ve disiplin ile hiyerarşinin idamesinde işbölümünün stratejik rolünü vurguluyordu. Silahlı mücadele, Fransız işçi sınıfının Nazi işgaline karşı direnişinden kalan radikal miras olarak görülüyordu.[17]

Metin, 1968-1973 yıllarında faaliyet gösteren ve Fransız istihbaratı tarafından “sol gruplar içinde devlet güvenliğine en büyük tehdit oluşturan grup”[18] olarak tanımlanan Proleter Sol için bir program oluşturdu. Fransa’nın dört bir yanına dağılmış ufak gruplarla faaliyet yürüten grup, iradecilikle radikal demokrasiyi ve kendiliğindenciliği birleştiren bir politika güdüyordu. Devrimin yeni figürleri, göçmen işçiler, vasıflı işçiler ve mahkûmlardı. Hapis, devlet baskısı ve sendika bürokrasisi, kitle hareketini “proleterleştiren” etkenlerdi. Fransız devleti Proleter Sol’un çıkardığı gazetelerin kamusal alanda satışını yasaklamış, bunun üzerine grup, FKP-dışı sola mensup entelektüellerle ilişkiye girmişti. Gruba katılan Daniel Defert, Foucault’yu da faaliyetlerinde yer almak üzere davet etti. Sartre, Simone de Beauvoir, Foucault ve başka kamusal entelektüeller, Fransız devletinin kendi aydınlarını tutuklamayacağı varsayımından hareketle, grubun gazetesini dağıtmaya çağrıldılar. Nitekim gazete bunun üzerine sorunsuz dağıtılmaya başladı. Hapishaneler Hakkında Bilgi Grubu da, Foucault’nun Proleter Sol’la yürüttüğü ortak faaliyetler sonucunda kuruldu.

 

 

Fransa’da Mayıs 68’in parlak kızıllığının, “ölü doğmuş bir devrim” olduğu ortaya çıkacaktı: “1848 gibi, başarılı olsaydı modern tarihin dönüm noktası olacak bir dönemeç”.[19] Foucault, kendine özgü kıvrak zekâsıyla bu dönem üzerine kafa yorarken, 1976 dersinde, Clausewitz’in savaşın başka araçlarla sürdürülen politika olduğu yolundaki meşhur sözlerini ters çevirerek, “politika, savaşın başka araçlarla sürdürülmesidir” yollu görüşün soybilimini çıkardı.[20] Her ne kadar bu tema, aşırı sol militanlığın damgasını vurduğu bir dönemin yaygın politik dilini hatırlatsa da, Foucault’nun aklında daha derin felsefi ve tarihsel sorunlar vardı. 17. ve 18. yüzyıl aristokrasisinin ve devrimci burjuvazinin söylemlerinde, ırk ve sınıf savaşının tarihsel düşünceye girişinin izini sürmeye çalışan Foucault, Fransız Devrimi’nden çağdaş insan hakları söylemine kadar modern politik mücadelelerin okunur olduğu “haklar teorisi”ndeki temel paradoksu ortaya koydu. Haklar söylemi daima eski ayrıcalıklara dair muhayyel bir tarihe başvuruyordu, ki Foucault bunun birey ile toplum arasında modernliğe has bir dizi politik karşıtlık kurduğunu öne sürüyordu.

Dolayısıyla tarihsel düşünce, yönetimsel öncelikler ve karşılıklı yükümlülükler konusundaki mücadelelere, ancak iki söylemsel paradigmadan birini vurguladığı ölçüde politik yarar sağlayabilirdi. Bir taraftan, politikanın savaş olarak kavramlaştırılması, mücadele uğrağına, tahakküm uğrağına öncelik veriyordu: “toplumun ve görünürdeki düzeninin yorumlanması için bir ilke olarak öne sürülen şey, şiddetten, ihtiraslardan, nefretten, öfkeden, hınç ve içerlemelerden oluşan bir karışıklıktır”.[21] Öte taraftan, evrensellik ve barış uğrağına, kentlerin ve yasaların kuruluşuna öncelik vermek de mümkündü, ki o zaman bütün tarih Roma’ya övgüler düzmekten ibaret olurdu. Foucault bunların reaksiyoner ve liberal tarih söylemleri olduğu görüşündeydi – burada “reaksiyoner” kelimesiyle, gerçek anlamıyla, yükselen burjuva liberalizmine gösterilen reaksiyon kastediliyordu. Bu iki söylem, felsefedeki doruk noktalarına, sırasıyla Hegel ve Kant’ta ulaşmıştı: ilkinde tanınma mücadelesi, ikincisinde ise sürekli barış biçiminde.[22] Bu ikilem, ve 20. yüzyıla damgasını vuran kanlı ulusal çatışma ve devlet ırkçılığı tarihi, Foucault’ya göre iktidarın tahakküm, baskı ve savaş olarak kavramlaştırılmasının tosladığı kayalık olmuştu.

Foucault, sınıf savaşı retoriğinin bilim-öncesi aristokratik ırk teorileriyle arasında belli bir soybilimsel akrabalık olduğunu göstermek üzere, Marx’tan önceki sınıf mücadelesi teorilerine döndü: Diggers, Henri de Boullainvilliers ve Abbé Siyès gibi. Bilimsel ırk teorilerinin sonraları billurlaşmasında da, alt sınıfların ırk ayrımlarına dayanarak kategorileştirildiği 19. yüzyıla ait bazı sözde-bilimsel yaklaşımların doğrudan payı vardı. Foucault, “savaş-baskı şeması” yerine, politik iktidarı özünde “üretici” olarak ele alan bir teori öneriyordu: yani, insan nüfuslarını düzenlemeye ve maddi tutumları daha etkili hale getirmeye yarayan bir dizi teknik olarak. 1976 derslerinin sonunda, Nazi Almanyası’ndaki toplama kampları ve SSCB’deki zorla çalıştırma sistemi, iktidarın nüfusları yönetmek için üretici biçimde kullanıldığı vakalar olarak analiz ediliyordu. Foucault’nun amacı, bu politikalarla Aydınlanma’nınkiler arasındaki sürekliliği göstermekti: Aralarındaki ortak zemini oluşturan ve bu tarih için bir “anlaşılırlık dizgesi” sağlayan şey, Frankfurt Okulu’nun iddia ettiği gibi kapitalizmin “akla uygun akıldışılığı” değildi; sermaye birikiminin ve modern politik iktidarın canlı dayanağı olarak nüfus fenomeniydi.

Foucault 1977’de bir yıllığına izin aldı; bu sırada Bernard-Henri Lévy ve Andre Glucksmann,  radyo ve televizyon programlarında, totalitarizm tellallığı yaptıkları La barbarie à visage humain (İnsan Yüzlü Barbarlık) ve Les maîtres penseurs (Büyük Düşünürler) başlıklı kitaplarını tanıtmakla meşguldüler. Foucault’nun bundan sonraki derslerinin yönü değişti. Daha önceki betimleyici dilinden giderek kaçınmaya başladı. 1978’de toplumumuzun “disiplinci bir toplum” olduğu iddiasından açıkça vazgeçti ve iktidarın artık çeşitli özgürlük türlerini teşvik eden daha incelikli liberal tekniklerle işlediğini öne sürdü.[23] 1979 dersinden sonra “biyopolitika” ve “biyo-iktidar” terimlerini bir yana bıraktı ve şu sonuca vardı: “Liberalizm, yönetimin icrasının ilkesi ve akılsallaştırılma yöntemi olarak analiz edilmelidir. Bu akılsallığın özgünlüğü, maksimum ekonominin kurallarına uymasıdır.”[24] “Biyopolitika” ve “biyo-iktidar” terimleri, liberalizmi bu şekilde kavramaya yarayan araçlardı yalnızca.

Hapishanenin Doğuşu’nun daha sonraki Fransızca baskılarından “mahpus takımadaları” ifadesi sessiz sedasız çıkarıldı – Foucault hiç kuşkusuz, Glucksmann ile Lévy’nin Gulag çığırtkanlığına mesafe almak istemişti. Foucault bu dönem derslerinde, raison d’état kavramının ve ekonomi politik düşüncesinin 17. ve 18. yüzyıllardaki “yönetim sanatı” için pratik ve düşünsel şemalar olarak ortaya çıkma tarihini açıklamaya girişti. Ekonomi politiğin klasik eserlerine dönerek, Quesnay’nin Tableau économique’ine, feodalizmden kapitalizme geçişe ve neoliberalizmin doğuşuna ilişkin çarpıcı bir analiz ortaya koydu. Yer yer, sanki doğrudan, kendisinin “güvenlik” üzerine düşüncelerini karikatüre dönüştüren nouveaux philosophes’ları muhatap alıyordu: Hem sağ hem de sol cenahta yaygın olan “devlet fobisi”ni eleştirerek, “bir-iki kelime oyunu sayesinde” sosyal güvenlik ile toplama kampları arasındaki farkın atlandığını, “analiz için gerekli olan belirliliğin, özgünlüğün eriyip gittiğini” söylüyordu.[25] Daha sonraki dersler, ilk Hıristiyanlar arasındaki doğruyu söyleme pratiklerinin analizine yöneliyor, antik Yunan’daki parrhesia pratiğinin incelenmesiyle sonlanıyordu. Tam bu sırada, 1984’te AIDS yüzünden yaşamını kaybeden Foucault’nun projesi de yarım kalıyordu. Ana hatlarıyla çizdiğimiz bu entelektüel tarih, Foucault’nun hem kendi yaşadığı entelektüel krizden, hem de Fransa’da belirli politik olanakların önünün kapanmasından sonra birleşik bir siyaset felsefesi sunmak yerine daha belirgin “Marksist” temalara yöneldiğine işaret ediyor – üstelik tam da Marksizmin, kamusal entelektüeller nazarında barbarlıkla bir tutulup gözden düştüğü bir dönemde.

 

 



[1] Michel Foucault, “Chronology”, Dits et écrits I, 1954-1975, ed. Daniel Defert, François Ewald (Paris: Jacques Lagrange, 2001) s. 42.

[2]Diyalektik Aklın Eleştirisi, 19. yüzyıla ait olup 20. yüzyılı anlamaya çalışan bir adamın olağanüstü dokunaklı çabasını temsil ediyor. Sartre bu bakımdan son Hegelci’dir, ayrıca bence son Marksist’tir.” “L’homme est-il mort?” Arts et Loisirs, 38, Haziran 1966, s. 15-21 (yeniden basım Dits et écrits I, s. 570). Sartre buna cevaben Foucault’nun felsefesinin hat safhada tarihsellik karşıtı olduğunu söyler; düşünceyi, “zeminimizi” veya “hareketsiz uğraklarımızı” oluşturan çeşitli katmanlar içinde dondururken, bu uğrakların birinden diğerine geçişleri açıklamadığını öne sürer.  Bu bakımdan Foucault, Sartre’a göre “burjuvazinin Marx’ın önüne dikebileceği nihai engel”i temsil eder; aktaran Didier Eribon, Michel Foucault, çev. Betsy Wing (Cambridge: Harvard University Press, 1991) s. 163-164. Yeni Sol’daki değerlendirmeler için bkz. Perry Anderson, In the Tracks of Historical Materialism (Londra: Verso, 1983) [Türkçesi: Tarihsel Materyalizmin İzinde, çev. Mehmet Bakırcı, H. Gürvit (Belge, 2006)].

[3] Michael Scott Christofferson, French Intellectuals Against the Left: The Antitotalitarian Moment of the 1970s (New York: Berghahn Books, 2004) s. 68; Foucault, “Q’est ce que c’est un auteur” in Dits et écrits I, s. 817-849; Foucault, “Jean Hyppolite: 1907-1968”, Dits et écrits I, s. 807.

[4] Foucault, “Chronology”.

[5] Aktaran, Eribon, Michel Foucault, (Paris: Flammarion, 1989) s. 195.

[6] Walter Benjamin, “On the Concept of History,” (1940).

[7] Toplumu Savunmak Gerekir, s. 21 (çeviri kısmen değiştirildi) – ç.n.

[8] Michel Foucault, Seçme Yazılar 2: Özne ve İktidar, çev. Işık Ergüden ve Osman Akınhay (İstanbul: Ayrıntı, 2. basım 2005) s. 140-161 – ç.n.

[9] François Cusset, French Theory: How Foucault, Derrida, Deleuze & Co Transformed the Intellectual Life of the United States, çev. Jeff Fort (Minneapolis: University of Minnesota Press, 2008) s. xv.

[10] Collège de France derslerinden Türkçede yayınlananlar: Bilme İstenci Üzerine Dersler (1970-1971); Toplumu Savunmak Gerekir (1975-1976); Öznenin Yorumbilgisi (1981-1982); Güvenlik, Toprak, Nüfus (1977-1978); Biyopolitikanın Doğuşu (1978-1979) – ç.n.

[11] Foucault, öğrencilerin sabah 9.30’daki derse gelmekte zorlanacağını varsayarak, daha az kalabalık olacağı umuduyla dersleri sabah saatine aldırmıştı. Michel Foucault, Society Must Be Defended: Lectures at Collège de France, 1975-1976 (New York: Macmillan, 2003) s. 3 [Türkçesi: Toplumu Savunmak Gerekir, çev. Şehsuvar Aktaş (İstanbul: YKY, 2002) s. 19. Bu kısmın çevirisi şöyle: “Zaten, burada her zaman küçük mikrofonlar var, kayıt cihazları, hem sonradan bunlar elden ele dolaşıyor –kimi durumlarda bu bant olarak kalıyor, kimi durumlarda daktiloya çekilmiş oluyor, hatta bazen kitapçılarda bile bulunabiliyor– bu yüzden dedim ki: bunlar hep dolaşımda olacak.”]

[12] Foucault, Cinselliğin Tarihi projesinin daha sonraki ciltleriyle ilgili ilk planını rafa kaldırmıştı, dolayısıyla Daniel Defert’in, Foucault’nun yayıncısı Gallimard’la “tartıştığı” yolundaki açıklaması yeterli değildir.

[13] Foucault, Society, s. 3-11 [Toplumu Savunmak Gerekir, s. 19-27 (çeviri değiştirildi)].

[14] Christofferson, French Intellectuals, 68-70.

[15] James B. Jacobs, “The Prisoner’s Rights Movement and Its Impacts, 1960-1980,” Crime and Justice, 2 (1980): 429-470.

[16] Christofferson, French Intellectuals, s. 54.

[17] Geismar et al, Vers la guerre civile, s. 362.

[18] Christofferson, French Intellectuals, s. 57.

[19] Perry Anderson, “Dégringolade”, London Review of Books, 26:17 (Eylül 2004), 3-9.

[20] Toplumu Savunmak Gerekir, s. 31 – ç.n.

[21] Foucault, Society, 54. [Türkçesi: Toplumu Savunmak Gerekir, s. 65-66, çeviri değiştirildi].

[22] Foucault, Society, 228.

[23] Michel Foucault, Security, Territory, Population (New York: Macmillan, 2007) s. 48 [Türkçesi: Güvenlik, Toprak, Nüfus, çev. Ferhat Taylan (İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2013)].

[24] Michel Foucault, The Birth of Biopolitics (New York: Macmillan, 2008), 317 [Türkçesi: Biyopolitikanın Doğuşu, çev. Alican Tayla, (İstanbul: Bilgi Üniversitesi Yayınları, 2015) s. 264].

[25] Foucault, Birth of Biopolitics, 188 [Türkçesi: Biyopolitikanın Doğuşu, s. 157].

Michel Foucault