Çağdaş Faşizm ve Tarihsel Analojinin Sınırları

 

Çağdaş faşizm diye bir şey var mı? Bu soruya cevap vermeye çalışırken karşılaştığımız en temel zorluk, neredeyse sadece tarihsel analojiye bel bağlıyor olmamız. “Faşizm” kelimesinin uzun zaman önce belirli bir dizi tanımlayıcı özellikle tarif edilmiş olduğunu düşünen dogmatik betimleyici filozoflar gibiyiz, günümüzdeki gerçekliğe bakıp bu özelliklerin benzerlerini arıyoruz. Bugünlerde gerçeklik tarihsel faşizminkilere çok benzeyen sosyo-ekonomik, politik ve kültürel özellikler gösterse de, bunlar tam olarak örtüşmüyor.

Tarihsel faşizmle yapılan kıyaslama toplumsal gerçekliği daha iyi anlamamızı sağlayabilir, ama ancak, hem tarihsel hem de kavramsal bakımdan naif bir iyimserliğin tuzağına düşmeyi reddetmemiz şartıyla.

Tarih açısından bakıldığında, bu naif iyimserlik, en kötünün geride kaldığı inancına dayanıyor. Oysa bundan aşağı yukarı bir asır önce yaşanan olayların faşist bir kavram ispatından ibaret olması gayet muhtemel: Yaşanan o kötülüğün çok daha beter bir biçimi bizi bekliyor olabilir. Böyle bir olasılığı çoğunlukla idrak edemiyoruz, bu yüzden tarihsel analojinin değeri ciddi ölçüde sınırlanıyor. Faşizmi ancak geriye dönük biçimde kavrıyoruz, bu da bizi gelecek faşizmi görmekten men ediyor.

Analojinin bir de kavramsal bir kusuru var. Belirli bir toplumdaki faşist eğilimlere dair isabetli ve nesnel analizler yapmanın, bu eğilimlerin insan ve toplum hayatına yönelik tehditlerini fark etmemizi sağlayacağını düşünmek gibi bir tehlike söz konusu. Tarihsel faşizmden gördük ki, faşizmi inceleyenler –faşist ideolojiyi ve bu ideolojinin hayata geçirildiği politik ve psikolojik mekanizmaları anlayanlar–, iş faşizmin tehditleriyle savaşmaya geldiğinde son derece zayıftı. Dahası, kendi zamanlarında faşizmin oluşturduğu tehlikeyi de idrak edememişlerdi; halbuki faşistler gerçek niyetlerini asla saklamamışlardı. Bunun en iyi örneklerinden biri, Mussolini’nin 1922’de Il Popolo d’Italia gazetesinde yayınlanan sözleri. Liberal gazete Il Mondo’daki bir araştırmaya cevaben şöyle hırlıyordu Mussolini: “Il Mondo’daki demokratlar programımızı öğrenmek mi istiyor? Programımız, Il Mondo’daki demokratların kemiklerini kırmak”. İnsanlara başlarına ne geleceği açık açık söylenmişti, ama her nedense başlarına gelecekleri durdurmayı başaramadılar. Çağdaş faşizmi tarihsel faşizmle benzerliği üzerinden düşünürken de, onun öznel yanlış tanınma koşullarına odaklanmamız gerekiyor. Ezcümle: Mesele bizim toplumsal gerçekliğimizde geçmişteki faşizme benzeyen özelliklerin ne olduğu değil; mesele, faşizmin gelecekten nasıl geldiğini görmemize engel olan yanılgının ne olduğu.

Alfred Sohn-Rethel, Alman Faşizminin Ekonomisi ve Sınıf Yapısı adlı kitabında, krizlerle yüklü Alman kapitalizmindeki tekelci güçlerin, kendi kayıplarını devlet eliyle toplumun sırtına aktarmalarını sağlayacak –günümüzde “kurtarma paketi” deniyor buna– yeni bir birikim rejimi inşa etmek için Nazi partisini nasıl desteklediklerini açıkça göstermiştir. Faşist diktatörlüğün önünü açan, esasen bu olmuştur. Bu rejim, sistemin ekonomi kaynaklı krizine bir çözüm sağlamıştır. Dolayısıyla, faşizmi modern tarihin sahnesine taşıyan ilk gelişme, siyasi partnerlerinin zaaflarını kullanma yeteneği olmuştur.

 

II.

George Orwell, Mart 1940’ta, New English Weekly’de, Adolf Hitler’in Kavgam kitabının İngilizce çevirisi üzerine bir değerlendirme yazar. Kitabın İngilizcedeki ikinci baskısıdır bu. Daha bir yıl önce yapılan ilk baskı, Orwell’in ifadesiyle, “Hitler yanlısı bir perpektifle” yayına hazırlanmıştır. Yani 1939’da, İkinci Dünya Savaşı’nın resmen başladığı tarihte, Adolf Hitler Büyük Britanya’da hâlâ saygıdeğer bir siyasetçidir. Kitabın editörü, ikinci baskıya yazdığı önsözde, “kitaptaki gaddar tonu yumuşatmaya ve Hitler’i olabildiğince hoş göstermeye” çalıştıklarını itiraf eder. Orwell’in yazdığı gibi, mülk sahibi sınıflar Hitler’in her yaptığını affetmeye hazırdır. O dönem sağ nezdinde –hatta sol cenahtakilerin çoğunun da nezdinde– Nasyonal Sosyalizm muhafazakârlığın bir türünden ibarettir.

Bu hikâyedeki asıl korkutucu yan, Hitler’in kamusal imajındaki köklü dönüşümün (muhafazakâr bir siyasetçiden tehlikeli bir faşiste evrilişinin), fikirlerindeki bir değişime tekabül etmiyor olmasıdır. Tam tersi! Orwell şunun altını çizer: 1939 yılına gelindiğinde, Hitler’in fikirlerinde ve siyasi hedeflerinde on beş yıl öncesine göre hemen hemen hiçbir değişiklik olmamıştır: “En çarpıcı husus, [Hitler’in] kafa yapısının sabitliği, dünya görüşünün hiç gelişmiyor olması.” “Dönemin reel politiğine dair makul bir analiz” türünden bir retoriğe girişmenin hiç gereği yoktur. Hitler’in Kavgam kitabı Orwell’e göre “saplantılı bir kafanın sabit vizyonudur ve dönemin kuvvet politikası doğrultusunda değişmiş olma ihtimali yoktur.”

Faşist tehdidi doğru idrak etmek için hangi öznel yatkınlıkların gerekli olduğu sorusuna dönersek, şimdilik, hem ayıltıcı hem de fazlasıyla rahatsız edici şöyle bir sonuçla bağlayabiliriz:

Mesele faşizm olduğunda, entelektüel yetilerimiz kendi sınırlarına tosluyor. Faşizme karşı tamamen entelektüel bir tutum yetersizdir. “Gelinen gerçek nokta”ya dair rasyonel analizler, ancak iradeyi –ne kadar irrasyonel olursa olsun– durumla açıktan hesaplaşmaya hazırladığı sürece işe yarar. Nesnel politik analiz için de aynısı geçerlidir – ister şu veya bu doğrulanmış bilimsel paradigmaya uysun, isterse eleştirel olarak incelenmiş tarihsel tecrübeyi temel alsın.

Orwell, sözünü ettiğimiz yazıda şunu ekler: “Şunu anladım ki, şayet [Hitler’in] yakınına ulaşabilsem onu kesinlikle öldürürdüm.” Brecht de aynısını söylemiştir: “Ama seni gören herkes, bıçağına davranır”.

Çağdaş faşizm ile tarihsel faşizm arasında benzerlikler kurmak, günümüzün krizlerle dolu küresel kapitalizminin tehlikeleriyle yüzleşmek için hiç de kötü bir analitik araç değildir. Yani bu analojiyi verimli bir şekilde kullanmak pekâlâ mümkün – yeter ki elimizin altında başka bir araç daha olsun: bir bıçak.

 

Boris Buden’in e-flux dergisinde yayınlanan With the Blow of a Paintbrush: Contemporary Fascism and the Limits of Historical Analogy başlıklı yazısından seçilmiş pasajlar.

pasajlar