Borç: Marx ve Graeber’in Köken Hikâyeleri

  

David Graeber (12 Şubat 1961-2 Eylül 2020). Amsterdam Üniversitesi öğrenci işgali, Mart 2015.

 

Sözde kökensel birikimin hikâyesi Marx okurlarınca iyi bilinir. Politik ekonominin kapitalizmin kökenlerini anlamaya, dünyanın nasıl olup da işçiler ile kapitalistler arasında bölündüğünü açıklamaya yönelik hikâyesidir bu. Tutumlular ile müsrifler arasında geçen, bir tür karınca ile ağustos böceği masalı olan bu hikâyeye Marx, farklı bir edebi falso verip şöyle yazar:

 

İlk günahın teolojide oynadığı rolün aşağı yukarı aynısını, ekonomi politikte ilk [kökensel] birikim oynar. Adem Baba elmayı ısırdı ve insan ırkı günahı yüklendi. Günahın kaynağı, onu geçmişe ait bir öykü olarak anlatarak açıklanır. Evvel zaman içinde, bir tarafta çalışkan, akıllı ve her şeyden önce de tutumlu bir seçkinler grubu, diğer tarafta tembel, ellerine ge­çen her şeyi ve daha fazlasını har vurup harman savuran bir serseriler grubu vardı. Teolojinin ilk günah efsanesi bize, kuşkusuz, insanoğlu­nun ekmeğini alnının teriyle kazanmaya nasıl mahkûm edildiğini anlatır; ekonomik ilk günah tarihi ise, buna ihtiyaç duymayan insanların nasıl olup da var olabildiklerini açıklar. Aynı şekilde. Böylece, birinci­ler zenginlik biriktirdi ve ikincilerin elinde sonunda kendi derilerinden başka satacakları bir şey kalmadı.[1]

 

Marx bu hikâyenin sermayenin kökenini açıklamak için yeterli olmadığını öne sürer. Yalnızca parayı biriktirmek yeterli değildir, çünkü para yığmak, kendi emek güçlerinden başka satacak bir şeyleri olmayanların yaratılmasına yetmez. İşçiyi yaratmak için devasa yığınların üretim araçlarından koparılması, topraktan ve müştereklerden sökülüp atılması gerekmektedir. Kapitalizmin kökeni, tutumluluk dersi çıkarılacak bir kıssadan hisse değil, kanlı bir gasp hikâyesidir ve bu hikâye en nihayetinde bütün bir kölelik, kolonyalizm ve hatta reformasyon tarihini kapsar.

Marx Kapital’in Birinci Cildini bu eleştiriyle bitirmişti, Graeber ise Borç: İlk 5000 Yıl kitabına bir başka çağdaş masalın eleştirisiyle başlıyor: paranın kökenine dair masal. Menşei Aristoteles’e kadar götürülebilecek bu hikâyenin başlangıcında takasa dayalı bir ekonomi yatar. Gelgelelim pazara elinde ineğiyle gidip sihirli fasulyelerle dönen herkesin size söyleyebileceği üzere, takas pek zahmetli bir iştir. Hikâyeye bakılırsa para da, takasın noksanlarını gidermek üzere husule gelmiştir: nesneleri pazara getirmenin zorluğu, istediğin şeye sahip olan birini veya sahip olduğun şeyi isteyen birini beklerken harcadığın zaman, gibi. Hikâyenin en önemli kısmı da paranın, ancak ve ancak elverişlilik ve çıkar üzerinde temellenen denkler arası bir ilişki oluşudur. Bu hikâyenin Adam Smith’te ve günümüz ekonomi ders kitaplarında bu kadar rağbet görmesinin sebebi de işte budur.

Graeber’e göre bu hikâyenin şöyle bir kusuru vardır: Böyle bir şey hiçbir zaman yaşanmamıştır. Graeber, takastan paraya böylesi pürüzsüz bir geçişin hiç yaşanmamış olduğunu ortaya koymak üzere pek çok arkeolojik ve antropolojik bulgudan yararlanır. Tüm bu tarihî bulguların temellendiği tek bir problem vardır: Takas, birbirinden tamamıyla ayrışmış, aralarında hiçbir bağ olmayan, ama bununla beraber doğrudan bir ihtilaf içinde de olmayan insanların oluşturduğu türden bir toplumsallığı varsaymaktadır. Marx, takasın, burjuva öznelerini, yani birbirlerine yalnızca kendi menfaatleriyle bağlı bulunan özneleri öngerektirdiğini söylerdi. Graeber’in iddiasına göre, tarih ya da daha ziyade antropoloji, malların dolaşımına dair pek çok biçimi kayda geçirmişse de, bu dolaşıma çoğunlukla her türden bağın, arkadaşlığın, borcun dolaşımı da eşlik eder.

Graeber, paraya dair bir başka açıklamaya; paranın vergilerden, devletin parayı dünyaya getirme ihtiyacından doğduğunu iddia eden ilkel borç teorisine daha çok kredi vermektedir (bu kelime oyununu kasıtlı mı yaptım bilmiyorum).[2] Bu teori, denklikle değil, genellikle dine dayanan, dünyaya borçlu geldiğimiz yönündeki temel bir asimetriyle başlar. (Deleuze ve Guattari okurları, Anti-Ödip ve BinYayla’da bu ilkel borç üzerinde bir hayli durulduğunu hatırlayacaklardır).

Graeber, bu bakış açıları arasındaki ikiliği şu şekilde özetler:

 

20. yüzyılın büyük tuzaklarından biridir bu: bir tarafta, yola kimsenin kimseye borcu olmadığı bireyler olarak başladığımızı düşünmekten keyif aldığımız piyasa mantığı vardır. Diğer taraftaysa, yola ne yapsak ödeyemeyeceğimiz bir borçla başladığımız devlet mantığı bulunmaktadır. Bize durmadan, bu ikisinin birbirlerine zıt olduğu ve gerçek insani ihtimallerin bu ikisinin arasında bir yerlerde barındığı söylenir. Ama hatalı bir ikiliktir bu. Devletler piyasaları yaratır, piyasalar da devletlere muhtaçtır. İkisi de diğeri olmadan varlığını sürdüremez, en azından bugün tanık olduğumuz biçimleriyle.[3]

 

Bu iki açıklamanın ortaya koyduğu şudur: Borç her daim eşitlik ile hiyerarşinin belli bir terkibidir. Paranın kökenine dair açıklamadaki hatalı ikilik, bu ikisini birbirlerinin alternatifi gibi sunsa da, bunların borcun içinde her daim iç içe geçtiği gerçeğini ıskalamaktadır. Sözü bir kez daha Graeber’e bırakırsak:

 

Borç oldukça özel bir şeydir ve çok özel koşullarda ortaya çıkar. Öncelikle, birbirlerini özsel olarak farklı türden varlıklar olarak görmeyen iki insan arasındaki ilişkiye gereksinim duyar. Bunlar, gerçekten önem arz eden şeylerde birbirlerine denk, en azından potansiyel eşitler olsalar da, verili anda bir eşitlik durumu içinde değildirler. Bununla beraber meselelerin hal yoluna koyulması mümkündür.[4]

 

Graeber, kitabın büyük bir kısmını, hiyerarşi ile eşitlik arasındaki bu hususi ilişkinin tarihine ayırmıştır: Kimlerden borcunu ödemesinin beklendiğini, kimlerin borcunu erteleyebileceğini tayin eden hiyerarşilerdir bunlar. Günümüze kadar gelen bu ilişkiyi, kimilerine kurtarma paketleri uygulanırken diğerlerinin payına düşen tasarruf paketlerinde görebiliriz. Bununla beraber Graeber’inki bir tarih kitabı değildir. Borcun 5000 yıllık tarihini kapsadığı, köleliğin, altın standardının ve itibari para sisteminin tartışıldığı doğrudur ama tüm bunlar, aynı mantığın geçirdiği, ilksel olmakla birlikte farklı dönüşümler olarak ele alınır. Graeber’in esas ilgilendiği, paraya tahvil edilmiş borcun toplumsal bağ ve yükümlülüklerle kesişme ve kendini bunlardan koparma yollarıdır.

Bu antropolojinin merkezinde insan toplumuna dair şu aksiyom yatar:

 

Gerçek şu ki bütün insan toplumsallığının temelinde yatan şey komünizmdir. Toplumu mümkün kılan şey odur. Doğrudan düşman olmayan birinin “herkesten yeteneği kadar” ilkesi uyarınca davranacağını her zaman varsayabiliriz, en azından bir yere kadar: örneğin, birinin bir yere nasıl gideceğini çözmeye çalıştığı, bir başkasının yolu bildiği durumlarda.[5]

 

Graeber’in vurgusu önemlidir. Gündelik hayattaki komünizm hakkında; elbirliği ilişkilerinin günlük hayatımıza nasıl nüfuz ettiğine dair söylenebilecek daha çok şey var. Neoliberalizmin antropolojisine itiraz etmek önemlidir: her zaman ve doğal olarak azami kazanç/asgari gider peşinde koştuğumuz kıran kırana bir rekabet içinde olduğumuz iddiasıdır bu. Bu türden bir antropoloji, birçok durumda yöneldiğimiz yardımlaşma eğilimini kesinlikle hesaba katmaz. Günlük hayatın gerçeklerini, bunlar kapitalizm içinde olsalar dahi, resmetmekten acizdir.

Yazıyı biraz hızlı bir sonuca bağlayarak, Graeber ile Marx’ı iki nedenden eşleştirdiğimi söyleyebilirim, ki bunların anarşizm vs. komünizm tartışmasını diriltme isteğiyle de hiçbir alakası yok. İlk olarak, takas fantezisi, paranın takastan doğduğuna dair fantezi, en az sözde kökensel birikim kıssası kadar yanlış ve habis bir ideolojidir. Bu hikâyelerin habisliği de, geçmiş hakkında ne söylediklerinden değil, şimdiki zamanda ne iş gördüklerinden ileri gelmektedir. Tutumlu kapitalist ile kaytarıcı işçiye dair ahlaki düşünce, “iş yaratanlar” ve sosyal yardıma bağımlı tembeller hakkındaki güncel tartışmalarımızda da varlığını sürdürürken, paranın eşitlikçi olduğu fikri, tabiiyetin olmadığı bir toplumsal ilişki olarak serbest piyasa idealini sağlama almaktadır. Graeber’in takasa yönelik eleştirisi, Marx’ın kökensel birikime getirdiği açıklamayla yan yana okunmalıdır. Bununla birlikte ikinci olarak, ben Marx’ın sözde kökensel birikim eleştirisini, tarihin bütünüyle insani saikler ve niyetler temelinde açıklanmasına yönelik bir eleştiri olarak da okuyorum. Kapitalizm tutumluluk, israf ya da açgözlülükle değil, artık değer, emek gücü ve diğer gerçek soyutlamalarla ilgili bir meseledir. Bu nedenle, toplumsallığın bütününün temelinde yatan şey komünizm olsa da, kapitalizm bu toplumsallığa kayıtsızdır, daha da kötüsü ondan istifade eder.

Bir araştırma başlığı olarak borç, ekonomi ile ahlak arasında mekik dokusa ve kendi tarihini tutumların ve fikirlerin sahasında konumlandırmaya teşne olsa da, gerçek bir borç tarihinin, bu fikirlere kayıtsız olan yapıyı da tetkik etmesi şarttır.

 

Jason Read’in I Owe You an Explanation: Graeber and Marx on Origin Stories başlıklı yazısının çevirisidir.

 



[1] Karl Marx, Kapital 1. cilt: Sermayenin Üretim Süreci, çev. Mehmet Selik ve Nail Satlıgan (Yordam, 1. baskı 2011) s. 686 – e.n.

[2] Yazar burada hem “kredi vermek” hem de “itibar etmek” anlamına gelen give credit ifadesini kullanıyor – e.n.

[3] David Graeber, Borç, s. 77. Çeviri kullanılmadı – e.n.

[4] A.g.e., s. 127. Çeviri kullanılmadı – e.n.

[5] A.g.e., s. 102. Çeviri kullanılmadı – e.n.