Berlin Duvarı'nın Son Parçası da Yıkılırken "Eski Batı"

8/4/2013 / skopbülten / Göksu Kunak

27 Mart 2013 günü sabaha karşı 5.30’da Berlin Duvarı’nın ayakta kalan en uzun parçasının bir kısmı daha yıkıldı. Bu sefer amaç anlamsız bir ayrılığı sonlandırmak değil, lüks apartmanlar yapılması için alan açabilmekti. East Side Gallery adıyla 1991 yılında sokak sanatçılarının çalışmalarıyla süslenen bu duvar, Berlin için önemli bir turist noktası olmasının yanı sıra; yıllar içinde değişenleri hatırlatan önemli bir madde, sembol; şehrin bir kısmındaki masif mabet... 

Bu yıkımdan üç gün önce ise Berlin Haus der Kulturen Der Welt’te Former West sona erdi. Former West, 2008 yılında başlayan ve 2014 yılına kadar sürdürülmesi planlanan bir araştırma, eğitim, sergi ve yayın serisi. 1989 yılı sonrasında Batı’yı inceleyen bu oluşumun Berlin ayağı Boris Groys’un açılış konuşmasının ardından Hito Steyerl’in esprili sunum performansıyla devam etti. Bu bir hafta boyunca felsefenin, kültürel teorinin, sanat tarihinin ve çağdaş sanatın Homi K. Bhabha, Marion Von Osten, Franco Berardi Bifo gibi (eleştirel) isimleri sahnedeydi − dürüst olmak gerekirse benim için adeta bir Oscar töreni kırmızı halı geçişi gibiydi.

Bu yedi gün, Groys’un artık sanatın takip edilir (“follow”) ya da beğenilir (“like”); fakat ilişkiye girilemez halinden bahsedişiyle başladı. Steyerl ise sunum performansında Victor Hugo’nun kitabına gönderme yaparak günümüzün ‘Sefilleri’nden bahsetti: kendisini jüri önüne sunmak zorunda kalanlar; sürekli başvurularla uğraşan sanatçılar ve beklenti içinde ‘önemli’ olarak kabul edilenler tarafından kabul görmeyi bekleyenler… Günümüzde neredeyse her insanın bir sanat projesi olduğunu vurgularken kendisine bu sonu gelmeyen sanat üretiminin muhtemel sonuçlarının ne olabileceğini sorduğunu belirtti. Acaba bunların, sosyal hiyerarşiyi oluşturan  sistemlerle ne gibi benzerlikleri vardı ve bu hiyerarşilerin oluşmasını nasıl etkiliyorlardı? Estetik üretimin popülerleştirilmesi, bir yandan sanatın hayatın içine girdiğini gösterirken, bir yandan da sanatçıların sadece bir kısmının gerçekten sadece sanat yaparak geçimlerini sağlayabildikleri gerçeğini gözler önüne sermekteydi. Günümüzün ‘sefilleri’ sahnelerden kaçmak yerine sanat projelerini, rüyalarını ortaya sererek ve paylaşarak seçilmeyi bekliyorlardı.

 

                             

Hito Steyerl sunum performans: Hito Steyerl, I Dreamed a Dream: Politics in the Age of Mass Art Production LecturePerformance, © Marcus Lieberenz / Haus der Kulturen der Welt

Nikos Papastergiadis’in Melbourne Üniversitesi’nden video aracılığıyla yaptığı konuşması ise Steyerl’in düşündürücü performansının aksine tam bir ders niteliğindeydi. Papastergiadis, John Berger’in sanata ve sanat kritiğine bakışını inceledi ve Berger’ın yazılarındaki şiirselliğe vurgu yaptı. Berger’in politik duruşunun onu hep kolektif düşünceye ittiğini; yaratıcı sürecin yaşatabileceği zorluklar üzerinde durduğunu, yaratıcı alan olarak sanatçı stüdyosuna verdiği önemi aktardı. Berger’ın düzen, düzenleme prensipleri ve kozmosun; yani bütüncül bir bakışın, sanatçının yaratımındaki önemiyle nasıl doğrudan bağlantılı olduğu fikri ise Papastergiadis’in konuşmasının merkezini oluşturuyordu.

Franco Berardi Bifo’nun konuşmasının ancak sonuna yetişebildim. Esprili ve eleştirel duruşunu Facebook hakkında ne düşündüğü sorusu üzerine tekrar ortaya koydu. Bifo’nun da belirttiği gibi, Facebook üzerine o kadar çok şey söylendi ki, artık hepsi birbirini tekrarlar halde klişeleşti. Ona göre,  özellikle toplumdaki arkadaşlık anlayışının değişiminin incelenmesi gerekiyor. Bifo esprili bir biçimde Facebook’un ses çıkarmak için bir alan olduğunu belirttikten sonra da ekledi:  Eğer bu alan çare olarak görülüyorsa, gerçekten çok çok sessiz kalmış ve acınacak durumda olmalı insan.

 

                              

         Franco Berardi Bifo, GAME OVER (?), Lecture © Marcus Lieberenz / Haus der Kulturen der Welt

Bahsedilen sessiz kal(akal)mak hali, Josef Dabernig’in Wars (2011) isimli filminde başka bir anlatımla okunmaktaydı. Zamansızlığı, hiçliği ve yapmama halini bir tren içinde bize gösteren siyah-beyaz film, mekâna dağıtılmış sergide gösterilenler arasındaydı. Gözetlenen tren çalışanları hiçbir şey yapmaktalardı. Özgür ama bu nedenle yabancılaşmış; bekleyeduran, sıkılan ve ilerleyen trenin içinde olmalarına rağmen hiçbir müşterinin olmadığı restoran vagonunda kalakalan insanları izlemekteydik. Hassan Khan’ın 17 And in AUC (2003) adlı, kendi kişisel hikâyesi üzerinden daha geniş bir sosyal incelemeyi hedefleyen performansının videosu da 14 akşam,  her gün 4 saat boyunca kendisini kapattığı camlı odadan üniversite yıllarındaki hikâyesini anlatışını gösteriyordu. Khan, onu izlemeye gelenleri –bilinçli olarak, oluşturulan mekânın mimarisi nedeniyle– göremezken, kendisini ve hikâyesini dışa aktarıyor; mekân aracılığıyla ilişkiyi kestiği seyirciyi, basılan kitap aracılığıyla, tek taraflı bu anlatımı da kırarak, başka bir paylaşıma davet etmiş oluyor. Yabancılaştığı seyirci kendi iç sesiyle Khan’ın hikâyesini, dolaylı olarak Mısır’ın o dönemki hikâyesini okuyor.

 

                             

Hassan Khan, 17 and in AUC, 2003 Performance-Foto, sanatçının ve Galerie Chantal Crousel’in izniyle, Paris, Fotoğraf: Graham Waite

Yine Doğu’yla; Doğulu’nun Batı’daki varlığıyla ilgili başka bir proje sunumu ise Tanja Bruguera’nınkiydi. Bruguera göçmenler için yaptığı projesini anlatırken, ‘Batı’nın göçmenlere ‘elini uzatışını’, ‘yardım hissiyatını’ eleştirmeden edemesem de, bütün bunlar hiçbir şey yapılmamasından iyidir hissi ağır bastı. 1989 yılının ardından Batı’nın içindeki gelgitler düşünülürse, bu çağın çocuğu olarak içinde bulunduğum ikilemler kaçınılamaz sanırım.

Duvarın yıkılışının ardından neler olduğuna göz atan bu yedi günün hemen ardından, süregelen karşı çıkışlara rağmen, sabaha karşı, neredeyse gizlice, duvarın kalan bir kısmının yıkılması ise ironik, hatta trajikomikti. Ardından ben de çoğu ‘arkadaşımın’ yaptığı gibi, Facebook üzerinden pasif aktivistliğime devam edip, yazılan yorumları ‘like’ladım. Bir şey ya-z/p-mış (!) olmanın dayanılmaz hafifliğini yaşayarak…