Amerikalı Sanatçılar ve Komünist Hareket, 1926-1956

 

Bu kitapta esas olarak, Amerikan sanatında 1920’lerin sonu ile 1950’ler arasındaki yıllarda, solun yükselişi ve çöküşü diyebileceğimiz bir evreye tanıklık ettiğimizi ileri sürüyorum. Elbette Ashcan Okulu ve 1911 ile 1917 arasında sosyalist sanatçıların yapıtlarıyla koşut bir çizgi izleyen The Masses dergisi gibi öncüller vardı, ancak, tam manasıyla belirgin bir hale gelişi Rus Devrimi ve buna bağlı olarak Leninist politikaların benimsenmesiyle gerçekleşti. Ve tabii bu harekete bir tutarlık ve yön katan da hiç kuşkusuz Amerikan Komünist Partisi oldu. Dolayısıyla benim bu araştırmamın da parametrelerini belirleyen, Komünist etkinin değişen dokusunun sanattaki yansımaları olacak: Büyük Buhran’ın başlangıcıyla birlikte Parti’nin entelektüeller arasında dramatik bir biçimde artan prestijinden, devletin uyguladığı zulüm ve krizin bir sonucu olarak 1950’lerin sonlarında iz bırakmadan yok oluşuna dek. Ne var ki şunu baştan belirtmemiz gerek, bu bağlamda değerlendirdiğimiz sanatçılar Komünist Parti’ye olan desteklerini farklı sürelerde ve farklı ölçülerde göstermişlerdir. Kimisi için bu politika tüm kariyeri boyunca bir yol gösterici olmuşken, kimisi için daha ziyade belirli bir estetik ve etik ideale olan bağlılıklarının bir sembolü olmuştur; ve pek çoğu için de yalnızca Buhran döneminin ekonomik ve toplumsal sarsıntılarında onlara şevk ve gayret aşılayan bir rehber. Diğer bir deyişle ben burada hem etkin Komünistler, hem onlara yoldaşlık edenler, hem de bu etiketle anılmaktan pek hoşlanmamakla birlikte Parti’nin yaratmaya çalıştığı kültürel ortama en az onlar kadar katkı yapan sanatçılardan bahsedeceğim. Bu arada şunu da not etmekte fayda var, “devrimci sanat” veya “toplumsal sanat” olarak adlandırılan sanatsal formlar, elbette doğrudan Parti eliyle yaratılmamışlardı; ancak ciddi bir etkisi olduğu da yadsınamaz.

1930’lar ile 1940’larda patlak veren ekonomik ve politik krizler, sanatçıları, Komünist Parti’den bağımsız biçimde toplumsal sanat yapabilme arayışına soktu; hatta bazıları, Parti’den ayrıldıktan veya araya mesafe koyduktan sonra da bu tarz yapıtlar üretmeyi sürdürdü. İlerleyen bölümlerde Parti’yi çok fazla öne çıkarıyor oluşumun nedeni ise –doğru ya da yanlış– onun neredeyse yirmi yıldan fazla bir süre boyunca solu yönlendirmiş, en güçlü ve etkili ideolojik ve örgütsel oluşum olmasından, ve ayrıca, Amerikan kültürü üzerindeki büyük tesirinden dolayıdır.

Sanatta sol hareket olarak tanımladığım hareketi ben burada, sanat tarihçilerinin genelde kastettiklerinden farklı kullanıyorum; bu nedenle salt genel bir stil veya ikonografi bağlamında düşünmemek gerek –her ne kadar stiller ve ikonografiler üzerinde etkileri olmuş olsa da. Bu hareketi ben daha çok bazı kurumsal teşebbüslerin peşi sıra gelen; belirli bir politikayla hem karmaşık hem de çok çeşitli biçimlerde ilişkisi olan bir dizi pratik ile eleştirel söylemin bir nevi evrimi olarak ele alacağım. Bu hareketin açıkça tanımlanmış bir programı hiçbir zaman olmadıysa da, sanatın toplumsal amacı üzerine yürütülen temel varsayımlara uygunluğu başlıca bir gereklilikti –bu varsayımların yorumlanış biçimi değişkenlik gösterse bile. 1926 yılında New Masses dergisinin kuruluşunu da, bu hareketin sembolik başlangıç noktası olarak alabiliriz.

 

 

 

Amerikan edebiyatı tarihçileri Komünist hareketin etkilerini 1930’ların romanlarında, şiirlerinde ve tiyatrosunda çoktan fark etmişti ve ayrıca onların ardıllarının yaptığı araştırmalarda da yine bu fenomenden bahsedilmektedir. Öte yandan 20. yüzyıl Amerikan sanatı tarihçilerinin çoğu Amerikan Komünist Partisi ile Toplumsal Gerçekçilik arasındaki ilişkinin yeteri kadar irdelenmediğini kabul etse de, bu ilişkide örgütlerin rolüne ve Komünist Parti’nin değişen estetik ideolojisinin sanatsal pratiklere ne şekilde yansıdığına dair, sağlam bir çalışma yok denecek kadar azdır. Dahası, bu az miktardaki çalışmaları da 1930’ların “Kızıl Dönem”i gibi mitolojik bir tanıma hapsetme eğilimi ağır basmıştır. Amerikan tarihi araştırmalarında son dönemde yaşanan gelişmeler de gösteriyor ki, eğer Amerika’nın uzun vadeli politik ve ekonomik hedeflerini anlamak istiyorsak, 1930’lar ile 1940’ları birbirinden ayrı değerlendirmek mümkün değildir. Aynı şey başta Komünist hareket olmak üzere kültürel hareketler açısından da geçerlidir. Bu dönemin bir daha geri gelmemek üzere çöküşünü incelemeksizin yalnızca yükselişte olduğu bir zaman aralığına takılıp kalırsak, onun tarihsel ağırlığını tam olarak oturtmamız mümkün olmaz.

[...]

Dolayısıyla böylesi bir çalışmada Stalinizmi es geçmek doğru olmazdı. Kaldı ki, ABD’de tepkisel anti-Komünizmi makul göstermek için sık sık Satalinizmin öne sürülmesi nedeniyle onun adını anmamaya çalışan Amerikan solu tarihçilerinin bu tavrına pek katılmadığımı da ayrıca belirtmek isterim. Öte yandan Parti düşmanlarının önyargılı ve kör olduklarına kanaat getirmeseydim, bu kitabı yazmakla zaten hiç uğraşmazdım.

 

                                                            Jack Levine, Election Night, 1954

                                                          Philip Evergood, American Tragedy, 1937

 

Stalinizmi bir noktada kısmen Sovyet liderin geliştirdiği ve ifade ettiği sahte bir Marksist söylemin ayırt edici bir formu olarak ele alıyorum. Daha açıklayıcı olmak gerekirse, Stalinizmi bu bağlamda, Sovyet Devleti ve Stalin yönetimi altındaki uyduların politika ve eylemlerinin bir göstergesi olarak ele alıyorum. İmdi, dünyanın diğer yerlerindeki Komünist partilerin stratejik ve örgütsel formları, Sovyetler Birliği’ndeki Komünist Parti tarihinden ayrı düşünülemeyeceği için, Amerikan Komünist Partisi tarihçileri arasındaki tartışmaların merkezinde, Parti’nin Moskova’ya bağlılığının ölçüsü yer almıştır hep. Burada benim yapmak istediğim, Rusya’da yaşanan tecrübenin yanıltıcı durumu ile ilkin Komintern ve sonrasında da Kominform aracılığıyla dayatılan ve kendi çıkarına göre hareket eden Sovyet liderliğinin karşısına, Amerikan Komünist Partisi’nin kendine özgü mücadelesini koymak olacak. Ayrıca klasik tarihi yeniden okuyan tarihçilerin şu tespitine de katılıyorum: Parti liderliğine bağlı politika ve bildirilere çok fazla vurgu yapılırken, daha alt tabakadakilerin hakiki tecrübelerine çok az değinilmiştir hep. (Sovyetler’de liderlerin casusluk eylemleriyle olan yakın ilişkilerine dair son dönemde ortaya çıkanlardan farklı burada bahsettiğim.) Bu çalışmanın da amacı Parti’den özür dilemekten ziyade, onları Moskova’ya tabi kuklalar olarak gören zihniyetten farklı olarak, samimi sosyalist arzularla hareket ettiklerini gösterebilmektir. Parti, bir lider politikasından her zaman çok daha fazlası olduğu için, onun ekseninde ortaya çıkan sanat da hemen hiç dogmatik ve yavan bir ifadeye sahip olmamıştır. Yani bu kitapta sözünü ettiğim sanatçılar Sovyetler Birliği’ne, hatta bizzat Stalin’e bağlılık göstermiş olsalar bile, yapıtlarında Stalinci bir estetik anlayışa hemen hiç rastlanmamıştır. Çünkü toplumsal sanat söz konusu olduğunda tüm bu sanatçıların hemfikir olduğu belki de tek şey şuydu: Öncelikle devrimci olmayan bir toplumun şartlarına uyarlanmalı ve Amerikan geleneklerine dayanıyor olmalıydı; aksi takdirde ne popülerleşebilir, ne de etkili olabilirdi. Ben de bu kitapta görsel sanatlarda ortaya çıkan sol yönelimi soyut bir Stalin modeliyle karşılaştırmak yerine, proletarya edebiyatı hareketini son yıllarda yeniden değerlendirmeye girişen edebiyat tarihçilerinin yaptığı gibi, bu yönelimin ABD’deki Komünist politikanın özgül ihtiyaçları çerçevesindeki gelişimini çözümlemek istiyorum.

 

Bu metin Artists on the Left: American Artists and the Communist Movement, 1926–1956 başlıklı kitabın sunuş bölümünden kısaltılarak çevrilmiştir.